30 Aralık 2016 Cuma

Almanak 2016

Tıklanma rekorları (!) kıran 2015 yayınımın ardından gelen yoğun baskılara dayanamayarak 2016'nın seceresini döktüğüm bu almanağı siz değerli okurlarımla paylaşmaktan mutluluk duyarım!

Cihan bu yıl hangi filmleri izledi, hangi tiyatrolara gitti, üstüne su sıçratan hangi belediye otobüsü şoförüne hangi okkalı küfürleri savurdu? Hepsi ve daha fazlası bu almanakta!

Ocak:
[Sergi] Istanbul Modern
[Kutlama] Sevdiceğimin yaş günü. :)
[Tiyatro] Kısasa Kısas [Şehir Tiyatroları)
[Sinema] The Hateful Eight
[Sinema] The Revenant (Diriliş)

Şubat: 
[Festival][Sinema] IF Istanbul 2016 kapsamında Serçeler (Drestir) ve Yeniden Başla! (Demolition) adlı filmleri izledim.
[Gezi] Sapanca-Maşukiye-Kartepe
[Müze] Deniz Müzesi
[Tiyatro] Ferhangi Şeyler (Ortaoyuncular)

Mart:
[Sinema] Batman vs. Superman
[Konser] The Dears @ Salon IKSV

Nisan: 
[Konser] Ane Brun @ Salon IKSV
[Festival] [Sinema] Uluslararası Istanbul Film Festivali kapsamında Florida, Apartman Hikayeleri, Hitchcock / Truffaut, Ben Belfast'ım, Aziz Jan, Bir Kadın Bir Erkek, Şehrin Şarkısı ve Brooklyn adlı filmleri izledim.
[Müze] Milli Saraylar Resim Müzesi
[Kutlama] Kısmet 1 yaşına bastı! :)

Mayıs:
[Festival] [Tiyatro] Istanbul Tiyatro Festivali kapsamında Aslan Asker Şvayk'ı izledim.
[Gezi] Poyrazköy'de fotograf turu.

Haziran:
[Konser] Sigur Ros @ Zorlu Psm
[Sinema] Belgica
[Sinema] Me Before You
[Gezi] Anadolu Kavağı'nda fotograf turu.
[Kutlama] Kedim Kısmet ile bir yılı devirmemiz. :)

Temmuz:
[Sinema] The BFG
[Sinema] Remember
[Sinema] Jason Bourne
[Sinema] Our Kind Of Traitor
[Gezi] Emirgan'da piknik.

Ağustos:
[Sinema] Cafe Society
[Gezi] Kuzguncuk'ta fotograf turu.
[Kutlama] Hayatımın en güzel doğum günü kutlaması. :)
[Kutlama] Sevdicekle birinci yılımız. :)

Eylül:
[Gezi] Büyükada'da fotograf turu.
[Müze] Koç Müzesi
[Sinema] Kalandar Soğuğu
[Sinema] Magnificent Seven
[Sinema] Sully

Ekim:
[Tiyatro] Torun Istiyorum (Moda Sahnesi)
[Sinema] Tschick - Goodbye Berlin
[Gezi] Burgazada'da fotograf turu.
[Gezi] Geleneksel Ağva gezimiz. :)
[Sinema] Little Men
[Festival] [Sinema] Filmekimi 2016 kapsamında I, Daniel Blake, American Pastoral, Swiss Army Man, Frantz ve Three Generations adlı filmleri izledik.
[Festival] Istanbul Kahve Festivali
[Tiyatro] Profesyonel (Devlet Tiyatroları)
[Sinema] Miss Peregrine'in Tuhaf Çocukları
[Sinema] Inferno
[Sergi] Foto Istanbul - Dur ve Bak!
[Sinema] Jack Reacher - Never Go Back

Kasım:
[Sinema] Julieta
[Sinema] Arrival
[Tiyatro] Ivan Ivanoviç Var Mıydı Yok Muydu? (tiyatroadam)
[Tiyatro] Aldatma (Şehir Tiyatroları)
[Sinema] Albüm

Aralık:
[Tiyatro] Erkek Parkı (Devlet Tiyatroları)
[Konser] Emiliana Torrini @ Salon IKSV
[Sinema] Allied
[Sinema] Rogue One: A Star Wars Story
[Tiyatro] Hayal-i Temsil (Şehir Tiyatroları)

29 Aralık 2016 Perşembe

Aralık Yazısıyla Biten Yıl

Aralık ayı geldiğinde daha ilk gününden yılbaşı enerjisi aşılıyor insana. Yüklenilen onca dert tasa bünyede yaşamaya devam etse de kafa sürekli yılbaşının o rengarenk ışıklı, normalin üstünde güleç havasına odaklanıyor, iyi de oluyor. Kültürümüzde yılbaşı kutlamak yok denir hep ama büyük palavradır o bana göre, kutlamaların şekli şemali değişse de illa ki vardır.

2016 için geçen senekine benzer bir almanak hazırlamadan önceki son yazı olacak bu, bir sonraki yazıyı Ocak 2017'de, daha salim kafayla ve daha mutlu şekilde yazmayı umuyorum.

Aralık ayı Kasım'dan devraldığı hızla başladı. İlk günlerinde Devlet Tiyatroları'nın sahnelediği "Erkek Parkı" adlı oyunu izledik, beğendiğimi söyleyebilirim. Orijinali Almanca da olsa ele aldığı konu oldukça evrensel olduğundan bizim toplumuzda da sıkça görülen açmazları gözler önüne sermeyi başardığını düşünüyorum.


Aynı gün Salon IKSV'nin kış sürprizi olan Emiliana Torrini konserine gittik. Sımsıcak enerjisi, duru sesi ve maharetli orkestrasıyla harika bir konser gecesi oldu. Sevilen şarkılarının çoğunun yanı sıra yeni bir şarkısını da dinleme şansı bulduk. Her sene gelse keşke.


Aralık ayının ikinci haftasında başrollerde Brad Pitt ve Marion Cotillard'ın olduğu "Allied" adlı filmi izledik.

fotograf: People

Ikinci Dünya Savaşı ve casusluk konulu filmlerden hoşlanıyorsanız fena bir seçim olmayacaktır, savaşın Kuzey Afrika cephesini konu alması bile başlı başına izleme sebebi bence.

Aralık ayının ikinci ve en güzel filmi hiç kuşkusuz "Rogue One: A Star Wars Story" idi. 

fotograf: starwars.com

Açıkçası filme büyük önyargılarla yaklaştım, Episode VII sonrası yine kısıtlı zamanda çekilmiş, gişe amacı gütmekten senaryosunu boşlamış ve efekte boğulmuş bir film beklerken karşıma orijinal serideki bir kaç filmi rahatlıkla tokatlayabilecek bir film çıktı. Filmi bir cümleyle tarif etmem gerekseydi sanırım "isimsiz asi kahramanlar için görkemli bir saygı duruşu" derdim. 
Oyunculuklar, senaryo, her şey beklentilerimin kat be kat üstündeydi. Gelecekteki her Star Wars filmi böyle özenilerek çekilir umarım. 

Bu ayın ve muhtemelen 2016 yılının kendi adıma son oyunu Şehir Tiyatroları'nın sahnelediği, Yiğit Sertdemir'in yönetip oynadığı "Hayal-i Temsil" oldu. 

fotograf: aa.com

Türk tiyatrosunun ilk "Türk ve Müslüman" kadınları Afife Jale ve Bedia Muvahhit'in hayatlarından kesitleri konu olan oyuna üç kez bilet alıp nihayet sonuncusunda izleme şansını yakaladık.
Oyunu çok beğendim, bilhassa Yiğit Sertdemir'in iki buçuk saatlik oyun süresi boyunca durmadan kılık değiştirme çabasını takdire şayan bulduğumu söyleyebilirim.

Yılbaşına şunun şurasında iki gün kaldı. 2016 yılı benim açımdan çok da parlak bir yıl olmadı. Umduğum bir çok şeyi bulamadığım, gerek ekonomik gerek de ülke gündemi sebebiyle asabımın çokça bozuk olduğu, yorucu bir yıl oldu. Geriye bakınca sevdiceğin varlığı olmasa çekilir dert değilmiş diyebilirim rahatlıkla. Umarım 2017 biraz fark yaratır da sadece benim değil, herkesin yüzü daha fazla güler, endişenin yerini huzur alır.

Şimdiden mutlu bir yıl diliyorum, sevgiler.

8 Aralık 2016 Perşembe

Kasım'da Ne Oldu?

Gece, saat 03:45, uyandım.

Actionsampler, nam-ı diğer Dörtgöz işbaşında. ::)

Kasım ayında geçmiş diğer aylarda olduğu gibi bir sürü şey oldu tabii ki, ancak iş onları yazmaya gelince her defasında bir engel çıkıverdi; bir diğer deyişle yazmamak için yeterince bahane bulabildim. Ta ki Aralık ayının üçte birini tamamlamak üzere olduğumu farkedene dek. Bir önceki ayın yazısını sonraki ayda yazmaktan hiç ama hiç hoşlanmasam da hiç yazılmamış olmasından iyidir diyerek Kasım ayının dökümünü yapayım dedim.

Ekim ayında iç huzurum ve keyfim mevsim normallerinin üzerinde seyrediyordu, Kasım ayında maalesef tam tersi oldu ve pek de hatırlamak istemeyeceğim bir ay olarak geride kaldı. Sevdiceğin varlığı ve birlikte yaptığımız şeyler olmasa çıldırmak işten bile değildi. Neyse, geçti.

Ayın sinematik siftahını Almodovar'ın "Julieta" adlı filmiyle yaptık. Kastingin bu kadar başarılı olduğu az film hatırlıyorum ve sırf bu yüzden bile izlemeye değer bir film olduğunu düşünüyorum. Hikayesi, çekildiği şehirler ve manzaralar da cabası. Gözümüzün nuru Başka Sinema filmi olmasına karşın beklediğimden uzun süre vizyonda kaldı, oldukça beğenildiğini düşünüyorum. 



Bu ayın ikinci filmi ise "Arrival" oldu. Öyle sanıyorum ki bilimkurgu filmleri artık 90lı yıllardakilerin aksine, görsel şölenin yanına izleyiciyi allak bulak eden senaryoları da eklemeyi görev edinmiş durumdalar. Arrival da öyle bir filmdi bence. Filmde geçmişte izlediğim birçok bilimkurgu ve bilimkurgu/gerilim tarzında filmlerden parçalar buldum, bence türün meraklılarının oldukça hoşuna gidecek bir filmdi. 



Bir önceki aydan kalma tiyatro iştahım bu ay da aynen devam etti ve Kasım ayının ilk oyununu Kadıköy Halk Eğitim Merkezi'nde izledik; oyunun adı "Ivan Ivanoviç Var Mıydı Yok Muydu?" idi. Bir Nazım Hikmet eseri olan oyun Tiyatroadam ekibi tarafından sahneliyor.

afiş: tiyatroadam

Yazılalı çok uzun süre olmasına rağmen güncelliğinden bir gram yitirmemiş (bu türden eserler yaratmada özellikle Nazım Hikmet, Aziz Nesin ve Sabahattin Ali çok başarılılar zaten) bu oyun siyasi taşlama severler için bulunmaz nimet diyebilirim. Ben bayıldım. Hatta oyunu izlerken ilginç bir şekilde rahmetli Kemal Sunal'ın "Koltuk Belası" adlı filmiyle birçok paralellikler de kurdum. (Anahtar kelimeler: koltuk, heykel, ego, deli gömleği :) )
Filmi beğenenlerin oyunu beğenmeme imkanı yok diyebilirim, bu kadar da iddialıyım bu konuda. Oyunun özellikle bir bölümünde gülmekten gözünüzden yaşlar geliyor, gidiniz görünüz.

Bu ay izlediğim bir diğer oyun da Şehir Tiyatroları tarafından sergilenen, Harold Pinter'ın yazdığı "Aldatma" oldu. 


Oyunun afişini aratırken zamanında Barış Falay'ın oyun hakkında söylediklerine rastladım, üzerine ekleyecek bir şey de bulamadım açıkçası. Kendisi bu oyunda 2007-2008 sezonunda Bursa Nilüfer Sanat Tiyatrosu'nda Jerry rolünde, Neriman Uğur ve Murat Karasu ile rol almış, bunu da küçük bir anektod olarak buraya ekleyeyim. :) 

"Oyun, hiçbir zaman eskimeyecekmiş gibi görünen değer yargılarını sorguluyor. Insan ilişkilerinin ve aile kavramının sorgulandığı bu metinde sorgulanış biçimi de Pinter'ın dehasını kanıtlar nitelikte çünkü seyirci oyunun başlarında sonu görüyor, ilerledikçe de bu sona nasıl gelindiğini izliyor."

Metnin sahneye uyarlanmasını beğensem de, dekorun sahneye projeksiyonla yansıtılmasını çok zekice bulsam da özellikle erkek oyuncuların performansını pek beğenmedim. Bir zorakilik, oyun sonlarına doğru ve seyirci selamlanırken garip bir gerginlik de hissettim, yanılıyor da olabilirim. Yine de metnin hatırına gidilip izlenir diye düşünüyorum.

Bu ay izlediğimiz üçüncü ve son film yine Başka Sinema'dan "Albüm" oldu. (Başka Sinema Bey diyeceksiniz) 


Film kısaca, çocuğu olmayan ve uzunca süredir evlat edinmek için uğraşan, bu esnada da içinde yaşadıkları dar taşra toplumunun değer yargıları arasında sıkışıp kalmış, al birini vur ötekine dangozluğundaki memur karı-kocanın hikayesi, stereotip çekirdek Türk aile profilini bir nevi anahtar deliğinden gözleme deneyimi.
Film yer yer çok güldürdü, şaşırttı, kızdırdı ve üzdü. İşlediği konular bakımından fazlası vardı ve eksiği yoktu ancak temiz 10-15 dakikası çok gereksizdi. Yani sayın yönetmenim sanırım bir daha film yönetemeyebilme ihtimalini de göz önünde bulundurarak içinde ne kadar sinematik ukte varsa alayını filme serpiştirmiş. 
Fena değildi ancak ç0mar konsepti beni kasar diyenler için tavsiye edebileceğim bir film değil.

Uzunca süredir balkondaki saksı yetiştiriciliği serüvenlerimden bahsetmemiştim.

Mevsim değişimiyle birlikte domates ve fesleğen bitkilerim maalesef öldüler. Tek yıllık olduklarını zaten biliyordum ancak yine de ölmelerini görmek üzdü, epey emek vermiştim.
İçlerindeki en istikrarlı bitkim olan süs biberi maalesef yan balkondaki şerefsiz ve de arsız kedinin gazabına uğrayarak aşağı düştü ve rahmetli oldu. Soğuk havalara rağmen ısrarla ve istikrarla biber çıkarıyordu, çok yazık oldu çok. :(
Kekik soğuk havaların bitkisi olduğunu kanıtlarcasına sapasağlam büyümeye devam ediyor, budadıktan sonra çok güzel serpildi, şimdilerde biraz yavaşlasa da oldukça sağlıklı görünüyor.
Kısa süre önce maydanoz yetiştirmeye meyletmiştim, ilk denememde yanlış tohum seçimi sebebiyle hüsrana uğrasam da yeni tohumlarla ikinci denememde sonuca ulaştım. Mis kokulu ve ağızda dağılan, aromalı maydanozlar yetiştirmeyi başardım. :)


Kasım ayında fotograf çekmeyi çok özlediğimi farketmiştim, bu özlem Aralık ayında da giderek artıyor, umarım sevdicekle kendimize bir fırsat yaratıp daha önce gitmediğimiz yerlerde güzel fotograflar çekebiliriz.
Kasım ayı aşağı yukarı böyle geçti, başımdan geçen olumsuzlukları ilerde okuyup canlandırmak istemediğimden bloga yazmıyorum, sadece hepsinden tez zamanda kurtulmayı umut ediyorum.

Aralık ayının tek sevdiğim tarafı yılbaşı; enerjisi umarım bünyelere iyi gelir,

sevgiler. ;)

30 Ekim 2016 Pazar

Ekim´i Yolcu Ederken

Ekim ayının hareketli geçeceği besbelliydi ancak 30 güne o kadar çok şey sığdı ki ben, biz, kısaca bu yazıda bahsedilen herkes bu duruma çok şaşırdı.
Benim bolca boş zamanımın olması ve sevdiceğin yıllık iznini adeta ceza sahasına yapılmış bir muz orta edasıyla ayın ilk günlerine denk getirmiş olması, geçecek güzel günleri müjdeliyordu. :)

Ayın ilk gününde Moda Sahnesi´nde kendi adımıza tiyatro sezonunu açmış bulunduk. Oyunumuz "Torun Istiyorum" idi, günümüzde geçmemesine, hatta kültürümüzde hiç olmayan öğeler de barındırmasına rağmen değindiği, hatta günümüze dair taşladığı konular tiyatronun evrenselliğinin ispatı gibiydi. Samimi oyunculukların yanı sıra konusuyla da kesinlikle izlemeye değer bir oyun olduğunu düşünüyorum. Oyunun Yozgat şiveli papazı içinse ne desem az. :)
Oyun öncesi pasaj içindeki sahaflardan birinde bulduğum kitaplardan da önceki yazıda bahsetmiştim. :)

Moda Sahnesi´nin üzerimizdeki güzel etkisi geçmemiş olacak ki ertesi gün kendimizi yine burada, bu defa Başka Sinema sayesinde bulduk.
Orijinal adı "Tschick - Goodbye Berlin" olan "Elveda Berlin" adlı bu filme kelimenin tam anlamıyla bayıldık. Alman sinemasının hastası bendeniz ve Fatih Akın hayranı sevdicekten de daha azı beklenemezdi zaten.

Ertesi gün için herhangi bir plan yapmamışken birden Burgazada´ya gidesimiz geldi ve kendimizi son dakikada ada vapurunun içinde buluverdik. Günlerden Pazartesi olması yüzünden çokça merak ettiğim Sait Faik Müzesi´ni ziyaret edemedim ancak sakin ada sokaklarında huzurla dolanma ve fotograflar çekme imkanı bulduk.

Banu (@banuhidirlar) tarafından paylaşılan bir fotoğraf ()

Burgazada´ya ilk gelişimdi bu, adaları büyükten küçüğe ziyaret ettiğimizden her yeni ada gezisinde öncekinden daha sakin bir ada ile karşılaşmak ilginç oluyor. Burgazada ile ilgili dikkatimi en çok çeken şey içinde oturulmayan evleri oldu. Ada ciddi ciddi hayalet bir kasabayı andırıyor. Sokaklarında insan yok, evlerinde insan yok, iki kafesinden biri kapalı, gözden düşmüş bir yer gibi adeta. Büyükada ve Heybeliada´da olduğu gibi burada da iskele boyunca içkili restoranlar bulunuyor. Eğer kalabalıktan uzakta, huzurla birşeyler yiyip-içip manzaranın tadını çıkarmak istiyorsanız diğer iki adadan da iyi bir seçenek olacaktır bence.


Bir dahakinde müzeyi de ziyaret etmek üzere. :)

Ada gezisi kesmemiş olacak ki ertesi gün kendimizi Ağva´da bulduk. 
Ömrümün kalanında dünyada gezmediğim yer kalmayacak bile olsa buranın yeri her zaman ayrı olacak. :) Insanlar buraya denizi ve kumsalı için gelirken biz Ekim sessizliğinde huzuru ve sakinliği için geldik, ikisini de fazlasıyla aldık diyebilirim. Bu aylarda yağmurun hiç eksik olmadığı, havanın mis gibi koktuğu bir yer burası. Tatilci nüfusunun yokluğu da kafa dinlemeye olanak tanıyor.


Karadeniz kıyısında olması dolayısıyla balığın bol olduğu Ağva´da balığa doyduk. Bu konuda tavsiye edebileceğim iki restoran var, biri Kilimli Koyu´ndaki restoran, diğeri de Liman Restaurant ancak benim favorim ikincisi.
Her şeyin taptaze servis edildiği, adam kazıklamaya çalışmayan, işletmecisinden komisine hizmet eden herkesin gayet kibar olduğu bir yer burası. "Gelen hesabı hangi işletme düşük rakama yuvarlar bu devirde?" diye sorayım da mekanın nezaketi hakkında fikir vermiş olayım. Her gittiğimizde uğrayacağımız bir yer bizim için. 

Bolca fotograf çektiğimiz, yiyip içtiğimiz, gülüp eğlendiğimiz iki süper gün geçirdik Ağva´da, hava biraz daha ılık olsa paçaları kıvırıp ayaklarımızı denize de sokacaktık ama hastalanmak haftanın diğer süper planlarına engel olacağından vazgeçtik. 

Lomo Actionsampler, nam-ı diğer "Dörtgöz" :)

Hız kesmeyen kahramanlarımız tatile ertesi gün Kadıköy´de devam ediyorlar, günün kahvesini Montag´da içtikten sonra festivalsiz günlerin kurtarıcısı Başka Sinema sayesinde yine Moda Sahnesi´nde "Little Men" adlı filmi izliyorlardı. 
Öğleden sonrasını doldurmak için fena bir seçenek değildi ancak filmin sonunda "eee?" diyen iç sesime de engel olamadım.



Sinema çıkışında acıkan karınlarımızı tesadüf eseri karşımıza çıkan Pişi adlı mekanda doyurduk. Ismiyle müstesna mekan pişi severler için birebir.

Ve Ekim ayının sultanı etkinliğe geliyordu sıra; Filmekimi! 



Yıl boyunca Istanbul´da irili ufaklı film festivallerinde filmler izliyoruz ama ben en çok Filmekimi´ni seviyorum. Belli bir sebebi de yok aslında; belki film seçkileri daha çok hitab ediyor, belki de kücük festival olsun bizim olsun kafasıdır bilmiyorum ama öğrencilik yıllarından bu yana katılmaktan çok büyük keyif alıyorum. Umarım kesintisiz bir biçimde uzun yıllar devam eder.

Izlediğimiz filmlere gelince;

Festivalin kendi adımıza açılışını "I, Daniel Blake" adlı filmle yaptık. Festivalde izlediğimiz en dokunaklı filmin bir Ken Loach eseri olması da ne kadar tesadüfi olabilirdi ki zaten?! Fazlası olup eksiği olmayan, Ingiltere´deki aklını kaçırmış sosyal güvenlik sistemini yerden yere vuran filmi sonunda üzgün de ayrılsak çok beğendik.

Film sonrası, geçen seneden içimizde kalan büyük ukte Kahve Festivali´ne de katıldık. Mottomuz "En Az 3 Kahve!".



Geçen sene Haydarpaşa Garı´nda düzenlenen ve biletleri tükenme derecesinde yüksek talep gören festival bu sene ışığı gören organizatörlerce Küçükçiftlik Park´taki konser alanına alınmıştı. Aşırı kalabalıktı ve pek de kahve keyfine uygun huzurlu ortam yoktu ancak kahve bedavaydı ve denemek daha da bedavaydı. Espresso, Cappucino, Latte ile hevesimi aldığım festivalde deli gönül bir de Mocha içmek istedi ancak lordlar kamarasından baristalar espresso bazlı olmadığından ve aslında kahve de olmadığından bu içeceği yapmıyorlardı, sağlık olsun dedim. :(

Festivalin en cömert katılımcısı dağıttığı poşet poşet promosyon malzemesiyle (magnetler, hazır paket kahveler ve bir adet kahve fincanı) Kurukahveci Mehmet Efendi oldu. Öyle ki, eminim defalarca sıraya girip o fincanlardan altılı çeyiz takımı kasanlar olmuştur, öyle bitmez bir sırası vardı.

Özetle güzel festivaldi ama aşırı kalabalıktı, seneye katılırsak erken saat diliminden bilet almak daha akıllıca olacak gibi.

9 Ekim günü Filmekimi maratonumuza hız kesmeden iki filmle devam ettik.
Günün ilk filmi benim merakla beklediğim, aynı isimli kitaptan uyarlama ve Ewan McGregor´un ilk yönetmenlik denemesi olan  "American Pastoral" oldu. Senaryoda yer yer kopukluklar var gibi geldi, filmin temposunu da sonlara doğru olması gerekenden düşük buldum ancak yine de beğendiğimi söyleyebilirim. Senaryodaki boşlukların kitaptan uyarlama olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Belki de filmi gereğinden fazla kırpmışlardır.

Günün ikinci filmi büyük merakla beklediğimiz "Swiss Army Man" idi. Fragmanında gayet komik görünen filmden afallamış olarak ayrıldık. Ekşi Sözlük´ten bir yazarın da dediği gibi, "başlangıcındaki osurukla güldürürken sonundakiyle ağlatan" bir filmdi. Radcliffe ve Cena'nın müthiş oyunculukları da şapka çıkarılacak cinstendi. Vizyona girmeyecek olması bence büyük kayıp.

10 Ekim etkinliksiz gecmiş, insan gerçekten hayret ediyor. :D

11 Ekim´de Filmekimi´ndeki kaldığımız yerden devam edip, son iki filmimizi izledik.

Ilk filmimiz Francois Ozon´un yönettiği, Birinci Dünya Savaşı´na daha önce görmediğim bir açıdan bakan "Frantz" oldu. Tamamına yakını siyah beyaz olan film savaşın Alman ve Fransız taraflarını, "Biz, çocuklarının ölümüne içen babalarız." sözüyle bir güzel kafa kafaya tokuşturuyor.

Günün ikinci filmi, genç bir kızın reşit olmadan cinsiyet değiştirme yolundaki çabalarını ve çektiği sıkıntıları hem kendi hem de bütün aile fertleri üzerinden aktaran "Three Generations" oldu. Hikayenin samimiyetle işlendiğini düşünmekle birlikte Elle Fanning´in de muazzam bir oyunculuk sergilediğini düşünüyorum.

Film çıkışı hızla yağan yağmurdan kaçmak için kendimizi Borsam Taşfırın´a atmamız de günün güldüren detayıydı. (Lahmacunlar pek güzeldi mmhhh)

Bir Filmekimi böyle geçti. Bu senekinde sevdicek sağolsun ;) ne kadar dram varsa izledik sanırım; en eğlenceli filmimiz olan "Swiss Army Man" bile ciddi anlamda dramatik bir filmdi. Filmlerin hemen hepsinden memnun çıkmış olarak önümüzdeki seneki festivali dört gözle bekliyorum.

Bu ay izlediğimiz ikinci tiyatro oyunu, sanırım aynı zamanda bu ayın en güzel etkinliği de oldu; "Profesyonel".

fotograf: Devlet Tiyatroları

Yıllardır kapalı gişe oynamakta olan oyunu sevdicek sayesinde nihayet izleyebildim. Hiç ama hiç abartmadan hayatımda izlediğim en iyi oyunlar listesinin ilk beş sırasına rahatlıkla yazabileceğim bir oyundu. Sahnede artık birbirlerini ezberlemiş iki usta oyuncunun adeta dans ederlercesine, karakterleri yaşayarak oynamaları, yer yer seyirciyle şakalaşmaları derken tek perdelik ve iki saate yakın süren oyun su gibi akıp gitti. Bilet bulmak kolay olsa her ay bıkmadan gidip izleyebilirim sanırım, o kadar çok beğendim.

Oyun öncesinde Tim Burton´ın yönettiği, bir kitap uyarlaması olan "Bayan Peregrine´in Tuhaf Çocukları" adlı filmi izledik. Hikayesi, renk tonları ve çekim teknikleriyle klasik Tim Burton filmiydi, çok beğendim. Eva Green bu filmde memelerini konuşturamadığindan mimiklerini konuşturmuş. Tebrik ediyorum. :)



Bu ay sinemaya doyamadım. Vizyonda izlemediğim bir Türk filmleri kaldı.
Sıkıldığım bir gün, Tom Hanks´in başrolde oynadığı "Inferno"yu izledim.

Serinin önceki filmlerini izlememiş biri olarak filmi oldukça beğendiğimi söyleyebilirim. Hatta son yıllarda gördüğüm en düzgün Istanbul çekimleri de bu filmdeydi. Dante okumayı sevenler için hazine gibi bir film olduğunu düşünüyorum.
Başroldeki diğer oyuncu Felicity Jones´a Star Wars - Rogue One´da oynayacak olmasından dolayı önyargılıydım ancak bu filmdeki oyunculuğunu oldukça beğendim, umarım Star Wars´taki rolünün hakkını vermiştir, yoksa Daisy Ridley´i bile tefe koyan fanatikler kendisini fena haşlayacaktır.

Ayın üçüncü Pazar gününde Ortaköy´deki Eski Yetimhane´de sergilenen Foto Istanbul´u ziyaret ettik. Beşiktaş Belediyesi´nin organize ettiği festivalde Beşiktaş´a yayılmış birçok noktada farklı fotograf sanatçılarının birbirinden ilginç çalışmalarına rastlamak mümkün.
Bu gezi sayesinde fotograf çekme aşkımız da depreşmiş oldu ve yaklaşık 25 kare pozu içinde ve dışında zevkle çektik.


Banu (@banuhidirlar) tarafından paylaşılan bir fotoğraf ()
Bu yazının fotograf sponsorundan hoş bir kare. ;)

Hurdası para edecek tüm elektrik aksamı ve demirbaşlarının söküldüğü bu bina zamanında padişahın kilercibaşına ait bir konakmış, sonradan Yahudi cemaatince uzun uğraşlar sonucu satın alınmış, büyük bir yangın geçirdikten sonra restorasyonla bugünkü halini alıp 200´e yakın çocuğa evsahipliği yapan bir yetimhaneye dönüştürülmüş. Uzun yıllardır atıl durumda olan binada sık sık fotograf sergileri organize ediliyor. 

Bu ay izlediğim bir diğer film de Tom Cruise´un artık birbirinden ayırt edilemez hale gelmeye başlamış filmlerinin sonuncusu, Jack Reacher: Never Go Back oldu. Seriler halinde aksiyon filmleri çekmeye doyamayan Cruise´u bu filmde bariz yaşlanmış buldum. Film için fazla söze gerek yok; vasat üstü, öylesine vakit geçirmelik bir aksiyon.

Aktiviteden aktiviteye hevesle koşturduğum, keyifle vakit geçirdiğim dolu dolu bir Ekim ayı oldu. Kasım ayında daha fazla tiyatroya gitmek ve Ekim'de okuduğumdan daha çok kitap okumak istiyorum.
Sevgiler. :)

21 Ekim 2016 Cuma

Bir Kitabın 30 Yıllık Ilginç Yolculuğu

Bugüne dek sahaflardan birçok kitap satın almışımdır, son aldığım sanırım en ilginç olanıydı. Alırken farkına varmadığım bir detayı sonradan farketmek de nihayet bu yazıyı yazmama vesile oldu. 



Kitabımız Leo Buscaglia'dan "Love"; Türkçe'ye "Sevgi" adıyla çevrilmiş ve pek beğenilmiş bir eser.
Yıllardır aklımdaydı aslında bu kitap, bir türlü denk gelmemişti. Derken 1 Ekim 2016 akşamı, sevdicekle Moda Sahnesi'nde izleyeceğimiz oyun öncesinde pasajdaki sahaflara bakınalım dedik. Yılların alışkanlığı, bir sahafta gözüme ilk önce daima yabancı dilde, bilhassa Ingilizce kitaplar çarpar, kesinlikle almayacak da olsam böyledir bu. 
Üstüste dizilmiş Ingilizce kitaplar arasında ilgimi çekecek bir şeyler ararken buldum bu kitabı, hatta Penguin Modern Classics serisinden neredeyse el değmemiş 52 yıllık bir adet "To The Lighthouse" da buldum Virginia Woolf'tan. Zaten tiyatroya gelmişiz ve keyifler yerinde, bir de bu kitapları bulunca iyice keyiflendim ben. :)

Oyunun başlamasına 5-10 dakika kadar kala salondaki yerimizi almış beklerken rahat duramayan bendeniz, oyuncağıyla evde oynamaya sabredemeyip paketi yolda açan çocuk edasıyla kitabı karıştırmaya başladım. Kitabın gövdesindeki arkalı önlü kapkalın bant alırken dikkatimi çekmiş, benden önceki sahibinin kitabına olan özeni hoşuma gitmişti. Kendimle de küçük bir bağ kurmuştum hatta o anda; ince kapaklı Ingilizce kitaplarımın kenarları çantaya koy-çıkar zamanla kıvrılır, yırtılırdı; ben de önlem olarak ön ve arka kapaklarının alt ve üst kenarlarına para bandıyla küçük birer köşe kaplaması yapardım. :)
Kitabın içinde herhangi bir isim yazmıyordu, sayfalarında da herhangi bir karalama, not ya da satır çizimi de yoktu. Derken kitabın arka tarafında bir şişkinlik hissettim.

 
Meğer yeni kitabım aslında bir lisenin kütüphanesine aitmiş. :) 
Kitabın basım yılı 1984'tü, tahminen alındığı gibi okul kütüphanesine katılmış ve çok geçmeden de ödünç alınmaya başlanmıştı. Küçük bir google aramasıyla ait olduğu okulun ABD'nin Minnesota eyaletinin Sleepy Eye bölgesindeki bir lise olduğunu gördüm. Çok şaşırmıştım.


Kütüphane kartının üzerinde "room number" (oda numarası) diye bir kategori olması dikkatimi çekti. Buradan zamanında okulun yatılı olduğu düşüncesine kapıldım. İsimlere ve tarihlere gelince; 
Kitabı ilk kez ödünç alan kişinin 5 Ekim 1984 tarihiyle Irene M. adındaki öğrenci olduğu görülüyor. Eğer isim benzerliği değilse Irene kitabı 9 Kasım 1984'te yeniden ödünç alıyor.
1 Şubat 1985'te, bu defa Cindy adındaki bir öğrenci kitabı ödünç alıyor.
8 Şubat 1985'te kitabı okuma sırası Vicky Schumacher adlı bir öğrencide. 
1 Mart 1985 tarihinde, Hoor ya da Hooz adlı/soyadlı öğrenci kitabı ödünç alıyor ve öyle sanıyorum ki kitabın esrarengiz yolculuğu da böyle başlamış oluyor. 

Bu kitap taa Minnesota'dan Türkiye'ye nasıl geldi kim bilir? Belki oralı bir öğrenci yaz tatilinde kitabı yanında getirip burada bir yerde kaybetti. Bunun hangi şehir olduğu bile bir muamma. Belki de burada tanıştığı ve hoşlandığı birine hediye etti. Belki de parasızlıktan bir sahafa üç kuruşa sattı. Asla bilemeyeceğim. 
Sanırım bu kitabın en ilginç tarafı 30 küsur yıl boyunca sapasağlam bir şekilde el değiştirmeyi başarmış, bu sırada da kendisine ruh katan o kütüphane kartından ayrılmamayı başarmış olması. 
Yakın zamanda, belki de bu yazıdan sonra kitabın asıl sahibi olan okula bir e-mail göndermeyi düşünüyorum. Ciddiye alınırsam ilginç yazışmalar olacağını düşünüyorum. Kim bilir, belki de kitaplarını geri isterler. :)

18 Ekim 2016 Salı

Bugünlük

Kanlıca´dan Boğaz manzarası.

Dün akşamdan beri olmak istediğim yere birkaç saat erken geldim, bekliyorum. Beklemenin durağanlığını biraz azaltsın diye öylesine yazmak istedim.

Güne erken başladım. Hemen hemen her sabah saat 7:30´da olduğu gibi, kedim Kısmet yatakta tur atmaya başlamış, sabah kahvaltısını almak için bendenizi uyandırmaya çalışıyor, bu uğurda yüzümü gözümü yalamaktan geri durmuyordu. Çıkardığı gurul gurul sesler yatak yaylarında rezonansa yol açacak seviyeye geliyor, adeta gece uykusunun bitimini ilan ediyordu.

Kalktım, daha yüzümü yıkamadan yaş mamasından iki kaşık vermek üzere kendisini mutfağa doğru takibe koyuldum. Bu arada, Kısmet tek kelime de olsa konuşabiliyor; gayet anlaşılır biçimde "mama" diyebiliyor. Mama diye diye mutfağa kadar getiriyor beni.

Mamasını, daha doğrusu kahvaltısını verdikten sonra kendisine sabah saatleri dahilindeki sorumluluğumu yerine getirmiş olmanın iç huzuruyla tuvalete seğirttim ve artık kendisini iyice hissettirmekte olan çişimi yaptım, önce ellerimi sonra yüzümü yıkayıp odaya geri döndüm. Soğuk su iyi gelmişti.

Üşüdüğümü hissetmiştim uyandığımda, perdemi açtığımda deli gibi esen rüzgarla cama vurmakta olan yağmuru gördüm. Çok severim böyle havaları; insanın hayatta kalma içgüdüsünü tetiklediğini düşünürüm hep. Camı aralıyorum.
Bunu dün gece sevdiceğimle telefonda konuşurken de paylamıştım hatta; oyunlarda böyle atmosferlerin insandaki, şehir hayatıyla birlikte iyiden iyiye seyrelmiş olan bu içgüdüyü yeniden canlandırdığını, gerçek hayatta aramadıkları veya ihtiyaç duymadıkları bu hissi oyunlar yoluyla deneyimlediklerinden bahsetmiştim.

Fazla oyalanmadan giyindim, ekmek & simit alma bahanesiyle kendimi dışarı, maceranın içine (!) attım. Sonra aklıma, sabah günaydın yazıp yanıt alamadığım gül yüzlü sevdiceğim geldi, aradım. Ben onu uyuyakalmış sanırken meğer O, negatif enerji deposu işyerinin girişinde kendini kötü hissedip hastaneye gitmiş, hatta tahlil için bekliyormuş. Bu, gün için yapılan planın 3-4 saat öne çekilmesi demekti.

Oyalanmadan eve döndüm, hızlıca duş alıp ardından çantamı hazırladım. Birazcık kurumayı bekleyip giyindim ve yola çıktım. Havalar soğuyunca sokakta yemek aranan hayvancıklar daha çok göze batıyor sanki; otobüs durağına kadarki 100-150 metre yolda bir sürü kedi ve köpek gördüm, dertlendim. Baktım ki bu böyle olmayacak, durağın dibindeki, Kısmet´in de mamalarını aldığım petshop´a uğrayıp, 5 liralık mama istedim, evdeki kedi formundaki lordun bundan yemediğini bilen dükkan sahibi niyetimi anlamış olacak ki bir paket de hediye etti. Mutlu oldum.

Ilk gelen otobüse atladım, Eminönü´ne doğru yola çıktım. Ayakta gittiğim yol, trafik yüzünden bir ufak ızdıraba dönüştü, son durağa varmak ödül gibi geldi desem abartmamış olurum. Sevdicekten haber beklerken hem biraz vakit geçirmek, hem de rüzgarla insanın yüzünü ısıran yağmurdan kaçmak için Sirkeci´deki Kahve Dünyası´na sığındım. Burası içerde 4 sandalyeli standı haricinde masası olmayan, al-götür konseptli bir kahve dükkanı, bu yüzden de içerde pek kalabalık olmuyor. Tam benlik. Çantamdan çıkardığım Bavul dergisini kahve eşliğinde okurken zaman su gibi akıp geçti. Aklım sevdiğimde, meraklanıyorum.


Yaklaşık yarım saat sonra yağmur nihayet dinmişti, dergimi çantama koyup yola koyuldum, istikamet Üsküdar´dı. Iskeleye vardığımda saat 11:45´ti, 11:50 vapuruna yetişmiştim. Üsküdar´a genellikle halk arasında "ütü" olarak tabir edilen, başı-kıçı farksız yeni nesil ruhsuz vapurlar sefer yapıyor, şansıma bu defa eski tip vapurlardan biri denk gelmişti.
Bozuk havalarda deniz yolculuğu yapmanın en keyifli yanı, bence bulutlara göre değişen denizin rengini seyredebilmek. Yağmur bulutlarıyla koyu maviye bezenen deniz, bulutların seyrelmesiyle maviden yeşile çalmaya başlarken Anadolu yakasına yaklaştıkça da bulutların arasından güneş belirip biraz olsun içimi ısıtıyordu.

Vapur Üsküdar´a vardı, aklıma yakınlarda bir yerde Sahaf Festivali düzenlendiği geldi ama bu yağmurda ortada sahaf falan kalmayacağı açıktı. Sonbahar aylarına Sahaf Festivali organize eden zihniyeti güzelce anıp 15 nolu Üsküdar-Beykoz otobüsüne atladım. Normalde bir an önce varabilmek için dolmuşları kullanıyorum ama bu defa tüm planım uzaktan gelecek sevdicekten alacağım habere endeksli, bu yüzden zamanı bükmek adına otobüsü tercih ediyorum.
Trafiksiz yollarda rahat bir yolculuk oluyor, camdan sahil boyunca manzarayı ve birbirinden güzel evleri izlemek hoşuma gidiyor. Yaklaşık yarım saat sonra otobüs Kanlıca´ya varıyor. Geçen yılın Ağustos ayına kadar tamamen yabancı olduğum bu yer şimdi kendi semtimmiş gibi geliyor.

Parkın etrafında bir sürü köpekle karşılaşıyorum, "nihayet mamalar bir işe yarayacak" diye sevinip iç geçiriyorum. Kedi mamalarının en güzel tarafı bunlarla köpekleri de besleyebilmek. Kedilerden bayağı fazla yiyorlar ama olsun, nasılsa mama bol. :) Beş köpeğin karnı bir öğün için olsa da doyuyor. Yerleşim alanlarında aç hayvanlar görmeyi ne kadar yadırgıyorsam, gıda işletmelerinin etrafında aç hayvanlar gördüğümde iki kat yadırgıyorum. Uzunca süre bu sektörde çalışmış biri olarak çöpe atılan yemek artıklarının tamamını geçtim yarısıyla sokakta aç hayvan kalmayacağını çok iyi biliyorum.

Sevdicek yaklaşık iki saat kadar sonra yanımda olacak, merakım özleme karışmış biçimde bekliyorum, beklerken de rengi bulutlara göre değişen denizi seyrediyorum, Profesör de bana eşlik ediyor.



14 Ekim 2016 Cuma

Geç Kalan Eylül Yazısı

Eylül ayına dair blog yazısını Ekim'in ortasında yazmak tembelliğim hakkında yeterli fikir veriyordur sanırım. Yazmaya elim hiç gitmedi nedense; birtakım moral bozuklukları ve sıkıntılarla uğraşırken geç ve güç oldu ama hiç olmamasından iyidir diyerek kişisel tarihimin geçmiş Eylül ayından kısa kısa bahsedeyim.

Sevdicekle yeniden Büyükada'ya gittik, bayram tatili ve vapur yolculuğu da işin bahanesi oldu. Ada vapuru ile yolculuk yapmak çok zevkli şey; şehirden git gide uzaklaşırken deniz kokusunu içinize çeke çeke denizi seyretmek, arada tıkınmak ve fotograflar çekmek derken basit bir yolculuk başlı başına eğlenceye dönüşüyor. 

Ada yine kalabalıktı ancak uzun bayram tatilinde insanların ilk tercihleri olmadığı da açıktı. Hava da rüzgarlı ve yağmurlu olunca biraz daha rahat dolanma imkanı bulduk.

Bayram Yemeği :) (foto: @banuhdrlar)

Bayram yemeğimizi Façyo Restaurant'ta yedik. Sahil boyunca birbirinin kopyası gibi duran sıra sıra dizili birçok restoran mevcuttu, şansımızı burada denedik. Yemekleri ve servisi beğendik biz, garsonları da nazikti. Bir de şu hizmetten bağımsız aldıkları 10% garsoniye ücreti olmasa 10/10'luk yerdi.

Sıra kahve içmeye gelince devreye sevdicek girdi ve bir süredir gidilecek yerler listesinde yer alan Dut'a gittik. Küçücük şirin bir kafe, yeni açmışlar ama seveni şimdiden çok. Uzun zamandır içtiğim en lezzetli Türk kahvesiydi, tadı hala damağımda desem abartı olmaz. Yanında tattığımız kavanozda Tiramisu da harikuladeydi. Umarım işleri bol olur.
Kısa kahve molası sonrası Ada'da yeme-içme turumuzu noktalamış bulunduk.

Yer karolarıyla kahve fotosu olur da dondurma fotosu olmaz mı?

Eylül'ün son haftasında, sevdicekle neredeyse bir yıldır planlayıp da bir türlü hayata geçiremediğimiz Koç Müzesi turumuzu nihayet gerçekleştirdik! :)



Müze dediğime bakmayın; köy büyüklüğünde, açık ve kapalı çok geniş alanları bulunan, bu alanlarda birçok türden kara, deniz ve hava aracı bulunduran, bütün salonlarının her köşesi buram buram koleksiyonerlik ve özen kokan bir yerdi bana göre. Tek kelimeyle bayıldım, hatta hayatımda gezdiğim en güzel üç müze arasına rahatlıkla alabilirim burayı.
Bir günde tamamını gezmek istiyorsanız mutlaka açılış saatinde gitmelisiniz, öyle 1-2 saatte bitirilecek yer değilmiş. Ödeyeceğiniz giriş ücretini sonuna kadar hakeden, tam bir masal diyarı burası. :)

Sinema konusunda pek de şikayet edemeyeceğim bir ay oldu benim için.
Her ne kadar sinema salonlarının anlam veremediğim Türkçe dublajlı film tercihleri istediğim filmleri izlememe engel de olsa neyse ki Başka Sinema var.
Eylül'de Başka Sinema kapsamında "Kalandar Soğuğu" adlı yerli filmi izledim. Muhteşem bir filmdi, hakettiği ilgiyi görmediğini düşünüyorum.

Bu ay izlediğim bir diğer film de "Muhteşem Yedili" oldu. Western filmlerinin modernlerini de, modern uyarlamalarını da çok seviyorum, bu açıdan benim için tam bir göz banyosu oldu bu film, senaryosu klişe de olsa oldukça eğlenceli bulduğumu söyleyebilirim.

Eylül'de izlediğim son film "Sully" oldu. Gerçek bir olayın senaryolaştırılmış hali olan film Tom Hanks'in karakteri yaşaması sayesinde az daha Oscar adayı filme dönüşecekmiş. Yönetmen koltuğundaki Clint Eastwood bıkmadan Amerikan kahramanlık öyküleri çekiyor efendim durduramıyoruz.

Aslında bu film yerine "Suikast" adlı filmi izleyecektim ancak bütün bir ay boyunca kader filmi izlememem için elinden geleni yaptı, ben de sonunda pes ettim. Nasıl mı?


Efendim, ay başında vizyona giren film için fellik fellik altyazılı gösterim aradım ancak bir türlü bulamadım. Tam pes etmişken beyazperde.com'da yakınımdaki küçük bir sinemada altyazılı gösterildiği bilgisini gördüm, sevinçle sinemaya gittim ki ne göreyim; dublajlıymış. Dublaja bile razı olmuştum ki salonda 5 kişiden az olursa seansın iptal olacağını söylediler, gözyaşları içinde orayı terkettim. :p

Birkaç gün sonra başka bir sinemada altyazılı olduğunu görerek son bir umut sinemanın kapısına dayandım, gerçekten de altyazılıydı. Biletimi muzaffer bir komutan edasıyla alarak salondaki yerimi aldım ve filmi beklemeye koyuldum. Ancak bir terslik vardı, filmin başlamasına beş dakikadan az bir süre kalmış olmasına rağmen perdede reklam dahi yoktu! Çok geçmeden sinema görevlisi filmin altyazısında bir problem olduğunu, çözülür çözülmez reklamsız başlayacağını söyleyip gitti. Gergin bekleyiş devam ediyordu. Dakikalar geçtikçe salondaki az sayıda izleklerden homurtular yükseliyor, ancak bu hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Nitekim birkaç dakika sonra zalim görevli çıkageldi ve filmi gösteremeyeceklerini, dilersek para iadesi veya başka bir seansa bilet verebileceklerini söyledi. Artık tamamen pes etmiştim. Suikast adlı bu melun film, tüm çabalarıma adeta suikast düzenleyip başarılı olmuştu.
Acımı kalbime gömüp teselliyi Tom Hanks'in kahramanlık hikayesinde aramak üzere yandaki salondaki yerimi aldım. Neyse ki film güzeldi. :(

Böyleyken böyle işte, Ekim ayı daha ortasına henüz gelmemize rağmen doludizgin gidiyor, umarım bu aya yakışan bir yazı yazabilirim, sevgiler. :)

31 Ağustos 2016 Çarşamba

Hoş Sürprizler ve Yaklaşan Sonbahar

Önceki yazıda tatsızlığından dem vurduğum Ağustos ayı, 20. gününden itibaren öyle güzel, öyle keyifli geçti ki kelimeler yetersiz kalır.

Uzun yıllardır doğum günlerimde pek öyle heyecan duymaz, aile içinde küçük bir pastalı kutlama ile bu günü geçiştirirdim. Çocukluğumda bana çok güzel doğum günleri hazırlanmış olmasından mıdır bilmiyorum ama büyüdükçe aynı heyecanı duymamaya başlamıştım; ta ki bu yılın 20 Ağustos'una kadar. :)
Doğum günü çocuğu olarak sevdiceğimle gün boyunca önceden heveslenip planladığımız şeyleri yapacak, sonra da akşamı baş başa sevdiğimiz bir meyhanede geçirecektik. Böyle de oldu, biraz farkla. :)

Öncesinde kısa kısa Ağustos'un bilançosu, öyle hemen anlatmak yok!

Saksıda sebzelerde işler yolunda. Domatesler biraz yavaşlasalar da büyüyorlar, biberler artık hediye edebileceğim kadar çok ve hızlı yetişiyorlar, fesleğenler budama sonrası kendilerine geliyorlar, kekikten ilk kez 15-20 dal kopardım ve kurutuyorum, maydanoz tohumları da fideye dönüştüler ve hızla büyümekteler. :)

Bir önceki yazıda bahsettiğim, mucizevi şekilde tamir edildikten sonra tekrar fotograf çekmeye başladığım, fotograf aleminin Jon Snow'u canım Canon AV-1 makinam sadece 3 poz fotograf çekimi sonrası yine bozuldu, üstelik tam da Gülhane Parkı'nda fotograf çekerken bozuldu. :( 
Aynı yere tekrar tamire bıraktım, umarım bu defa kalıcı bir çözüm bulunur. Hani bir kez ölen bir daha ölemezdi ha, sorarım size ey Demir Adalılar!?

Yine öldü bu :(

Bu ay sinemada sadece 1 adet film seyredebildiysem bunda kabahatin büyüğü dublajlı ve 3D filmlerle programını doldurmakta inat eden Cinemapink'indir. 
O film de Woody Allen'ın "Cafe Society" adlı filmi oldu. Beyoğlu'ndaki Atlas Sineması'nda izlediğimiz filme bayıldım; müzikleri, kullanılan renk tonu ve nostaljik atmosferiyle kendine hayran bıraktırdı. Hayran kaldığım bir diğer nokta ise Jesse Eisenberg'in oyunculuğu oldu. Bence Woody Allen Eisenberg'de kendisini görmüş, ya da görmek istemiş. Yoksa o mimiklerini, el-kol ve vücut hareketlerini başka türlü izah etmenin yolu yok. Vizyondan kalktı ancak yakında DVD'si ve umarım Bluray'i çıkar, kesinlikle koleksiyonluk bir film.

Geçtiğimiz Pazartesi günü canım sevdiceğimle sevgi dolu birlikteliğimizin ilk yılını, geçen sene o gün ne yaptıysak aynılarını aynı yerlerde tekrarlayarak kutladık. Bunu ritüel haline getirdik sanırım. :)
Son bir yıldır hayatımda olup biten türlü olumsuzluklara rağmen halen mutluysam, geleceğe dair umutlarımı koruyabiliyorsam ve hayattan keyif alabiliyorsam bu içimi ısıtan ruh ikizim sayesinde. İyi ki var ve umarım hep yanımda olur. 



Cihan (@cruinne) tarafından paylaşılan bir fotoğraf ()
Şimdi sıra hoş sürprizlerle dolu o günde.

Güne sevdicekle pek keyifli bir kahve & pasta arasıyla başladık. Hediyemi aldım, mum üfledim hatta, öyle güzel organize etmişti her şeyi canım sevgilim. :)
Sonrasında Cevahir Avm'deki Fun Lab adlı oyun merkezinde kelimenin tam anlamıyla kurtlarımızı döktük. Masa hokeyi, basket atışları, çekiçli güç denemeleri ve atariler derken hem efordan hem de gülmekten yorulduk. Çocukluğuma geri döndüm desem abartmamış olurum. Burası bence insanın deşarj olması için biçilmiş kaftan, kesinlikle tavsiye ederim.

Akşamüstüne doğru, baş başa (!) yemeğimizi yiyeceğimiz Beylerbeyi'ne doğru yola çıktık. Öncesinde iskelenin yakınında fotograflar çektik, çektirdik, şirin bir kafede kahve-limonata keyfi yaptık. (Bu alışkanlığı da sevgilimden edindim, zaman geçtikçe bağımlılık yaptı. :) ) 
Saat yedi gibi Inciraltı Meyhanesi'nde adımıza ayırtılmış "iki" kişilik masaya oturduk. Bira eşliğinde yenen yemekler yerlerini rakı ve mezelere bırakırken tıklım tıklım dolu mekanın tek boş masasının yanımızdaki "dört" kişilik masa olması dikkatimi çekiyor, sevgiliye de "ulan gelmezlerse mekana çok büyük kazık atmış olacaklar, ayıp bee" goygoyu yapıyordum. Her şeyden habersiz numarasını mükemmel yapıp bendenizi uyutmakta olan sevdiceğim sıkça kapıya doğru bakıyor ve kafasını telefondan kaldırmıyordu. Gittiğimiz yerlerde telefon karıştırmalarımız eğer önemli bir durum yoksa 1 dakikayı geçmediğinden kendisinin bu halleri çokça şüphemi çekiyor, ancak rakı, beyaz peynir ve beyaz yalanlardan menkul alternatif üç beyazlar ile mışıl mışıl uyutuluyordum. :)

Kandırılırken ben :)

Rakıları Ata bardaklarında kaçıncı olduklarını saymaktan vazgeçerek yudumlarken omzumda hissettiğim elle şahsıma yapılan sürprize uyanıyordum. Karşımda sevdiceğimin kardeşi Hakan duruyordu! Bu şoku atlatamadan arkamı döndüğümde sevdiceğimin yakın arkadaşı Zahide'yi de karşımda görüyor, şaşkınlığı ikiyle çarpıyordum. Bu iki kişilik şok yetmezmiş gibi bir de eşi Mustafa çıkageliyor ve yanımızda boş duran o dört kişilik masanın esrarı da böylece çözülmüş oluyordu. :)

Kabul ediyorum ki son ana kadar bu tatlı sürprize uyanamadım. Bu sürprizde payı olan ve varlıklarıyla beni çocuklar gibi sevindiren, en başta canım sevgilim olmak üzere Hakan'a da, Zahide'ye de, Mustafa'ya da kucak dolusu sevgiler ve çok teşekkürler. Hayatımın en keyifli gecelerinden biri oldu benim için. 

Sıcak ve bunaltıcı günlerin yavaş yavaş bittiğini bilmek insanı rahatlatıyor. Umarım Eylül mevsiminin hakkını verir, biz de püfür püfür havalarda rahatça dolaşıp bolca sararan ve dökülen yapraklar temalı fotograflar çekebiliriz.

Güzel haberlerle dolu bir Eylül olmasını dilerim. Sevgiler. :)

19 Ağustos 2016 Cuma

30-31

Ağustos'un kalan 12 gününde çok ilginç şeyler olmaz da bu aya iki üç yazı daha sıkıştıramazsam bloga büyük ayıp etmiş olacağım. Hoş, dün gece dayanamayıp ekşi sözlük'te bir şeyler karaladım ama onu saymayayım. Şu son iki haftada birtakım keyifsiz haberler maalesef yazma aşkıma ket vurdu. Yakında düzelir.

Balkon yetiştiriciliğinde işler yolunda gidiyor. 
Süs biberi, fesleğen ve kiraz domateslerle başlayıp kekikle taçlanan bu macerada balkondaki boşluğa dayanamayarak maydanoz da yetiştirmeye karar verdim. Bu defa fideden değil, tohumdan yetiştiriyorum, dolayısıyla bloga koyacağım fotograf içi toprak dolu saksı olacaktı, tohumlar filizlenene kadar bekleyeceğim.
Fesleğenleri budayıp kuruttum, domatesleri toplayıp sevdiceğe tattırdım, biberler son hız yetişiyorlar, kekikler de mis gibi kokuyorlar. İyiden iyiye alıştım ben bu işe. 

Geliyorlar. Çok yakında... :)

Bir süre önce yazdığım bir yazıda Canon makinamın rahmetli olduğundan bahsetmiştim.
Hiç beklemediğim bir anda ve şekilde çalışmaktan vazgeçen makinam için umudumu çoktan yitirmiş, hatta ucuz yollu bulduğum yeni makinama çoktan alışmışken bu işe gönül vermiş bir esnaf buldum ve makinamı kendisine teslim ettim. Açıkçası hiç umudum yoktu. Sonuç olarak parça değişimi gerekecekti ve zaten kendisi zor bulunan makinamın hurdasının bulunması çok romantik bir hayal gibi geliyordu. Yaklaşık 3 hafta bekledikten sonra bir gün telefonum çaldı ve karşıdaki ses makinamın tamir edildiğini, gelip alabileceğimi müjdeledi. Sevinçten havalara uçtum diyebilirim. Geçen süre zarfında 135mm'lik lensimle fotograflar çekmeyi o kadar ama o kadar özledim ki kelimelere dökemem sanırım.


Eğer elinizde bir türlü tamir ettiremediğiniz bir fotograf makinanız varsa, şansınızı bir de Pinhole Analog - Yusuf Ziya Bey'de deneyin derim. Hayyam esnafından ne denli farklı olduğu daha ilk merhabada belli olan bu beyefendiye ne kadar teşekkür etsem azdır, işi gücü rast gitsin. Yeri Marmaray Cağaloğlu giriş kapısının karşısındaki handa.

30-40 dakika sonra otuz yaşım geride kalmış olacak. Açıkçası geçen bir yılda öyle çok kötü şeyler olmadı hayatımda, ancak çok güzel şeyler oldu çok!
Yıllardır aradığım, kafamda idealize ettiğim her şeyi bir kişide toplanmış halde buldum ve aşık oldum, sonra o da bana aşık oldu, çok güzel oldu, çok da güzel iyi oldu. :)
Birlikte yedik, içtik, gezdik, tozduk, seyrettik, dans ettik, güldük, ağladık, öpüştük, sarıldık. Hayatımın en dolu dolu geçen dönemiydi. Her zamankinden daha çok kitap okudum, eski tutkum olan amatör film fotografçılığına geri döndüm, film festivallerine abone oldum, içimde yılların uktesi konserlere gittim.
Yolunda gitmeyen tek şey iş durumlarım oldu geçen Ekim'den beri; hatta en kısır dönemimdi diyebilirim rahatlıkla ancak enseyi karartmamayı başardıysam ruh ikizimin bunda çok büyük payı oldu. Umudum baki kalmayı başardı. 

"Bayram günü gibi gelen" ile yeni maceralara atılmaya hazırız, yeni yaş fazla şekil yapmadan buyursun gelsin, bekleme yapmasın. :)

31 Temmuz 2016 Pazar

Temmuz'u Paketlerken

Bu yazıya başladığımda tarih 26 Temmuz, saat 21:25'ti aslında. Sevdicek işten eve yeni gelmiş, o biraz dinlenip bir şeyler yiyene kadar ben de boş durmayayım diye bu yazıya başlamıştım. Hatta o anda fonda Kings of Convenience çalıyordu, 24-25 adlı şarkısı.


Bu ay blog istikrarı konusunda kendimi aştım diyebilirim. Bıkmadan, konu sıkıntısı çekmeden, hevesle yazdım. Umarım böyle devam edebilirim. Blogda yazılar biriktikçe eski alışkanlığım olan, "bir hevesle blog açma, tasarlama, yazma, sıkılma, silme" de haliyle imkansız hale geliyor. Insan yazdıklarına kıyamıyormuş. 

Bu ay 4 film izledim.
The BFG muazzamdı. Özel efektlerin şahaneliği mi, karakterlerin Cockney-Nadsat'ı andıran konuşma tarzları mı yoksa konusu mu beni en çok çekti karar veremedim. Ancak şu kesin ki bir 90lar çocuğu olarak bu tarz filmlere kayıtsız kalamıyorum. :)

Our Kind Of Traitor'ı sırf Ewan McGregor hayranlığımdan seyrettim, ne bayıldım ne pişman oldum. Ewan McGregor, Stellan Skarsgard ve Damian Lewis'in iyi oyunculukları senaryonun önüne geçmiş gibi geldi bana. Casusluk filmlerini seviyorum ama o film sonlara doğru irtifa kaybedince pek olmuyor. Yine de izlenir, çok da şey yapmamak lazım.

35. Istanbul Film Festivali'nde de gösterilen, bu ay da Başka Sinema vesilesiyle gösterime giren Remember bu ay izlediğim en iyi filmdi. Yahudi Soykırımı ve Auschwitz'e farklı bir bakış açısı getiren filmi hem müthiş oyunculukları ve senaryosundan, hem de sürükleyici bir yol filmi olmasından dolayı çok beğendim, kesinlikle tavsiye ederim.

Son olarak da Jason Bourne. Aşırı derecede hareketli bir filmdi, bir aksiyon filminde ne olmalı sorusunun cevabı gibiydi adeta. Senaryosu önceki üç filmindeki senarist bu filmde değiştiğinden dolayı çok eleştirilmiş ama yine de sürükleyiciydi. 

Önceki yazılarda da çokça bahsettiğim saksıda sebze yetiştiriciliği gayet iyi gidiyor. Hatta bu akşam oldukça güzel bir hasat aldım. :) 


Fotograf çekmeye devam. Geçen ay kullanmaya başladığımız Agfa Vista filmlerin bu ay baskılarını aldık. En sevdiğimiz film olan Fuji Superia'dan bile çok hoşumuza gitti. Bayat filmler kullanıp o nostaljik tadı alamamak küçük miktarda hayalkırıklığı olarak dönüyordu, bu filmle birlikte o da tarih olmuş oldu. Elimizdeki stoğun maşallahı var ama umarım fotografçıda çok daha fazlası vardır. :)

Şuraya bir iki tane örnek fotograf ekleyelim. 



Bir tane de sevdicekten ekleyelim. :)



Yarım kare fotograflar aldığımız canımız makinamız Olympus Pen EED'nin içini açtım bu ay. Temizlik yapıp sağ salim kapattım ancak içindeki siyah-beyaz filmi riske etmemek için çıkardım.
Bu defa siyah-beyaz yerine yeni bir şey deneyeceğiz; renkli dia negatif film!
Dia filmler aslında slayt makinaları için ancak standart 35mm film banyosuna sokularak baskı elde edilebiliyor. Edirne'nin ötesinde buna "cross-processing" diyorlar, bizde de genel olarak "çarpraz banyo" deniyor. Çarpraz banyo sonucu sapıtan kimyasallar filmde birtakım tepkimelere neden oluyorlar, bu da bize çok acayip renkler olarak geri dönüyor. Tam bizlik kısacası. :)
Bu amaçla bir tane Fujifilm Sensia 200 satın aldım, hem de 2008/08 bayatı. Bakalım nasıl çıkacaklar, şimdiden meraktayız.

(Soldan sağa) Olympus, Volkswagen, Sensia, Defter, Kalem

Efendim, sevdicekle denk geldikçe es geçemediğimiz oyuncakçı dükkanı (hep benim yüzümden :D) ziyaretlerimizden birinde, mucizevi bir biçimde, tam da kendisinden bahsederken, yukarıdaki fotografta gördüğünüz Volkswagen minibüse rastladık. Bu modeli bulabilmek için nasıl uğraştığımızı bir biz, bir de Allah biliyor, o derece nadir ve nedense es geçilmiş bir model. Benim için anlamı ise bir başka. 1985'in bir Ağustos gününde, aynı bu model bir minibüs tarafından doğuma yetiştirilmişim. :)

Okuma tempomdan çok çok memnun olmasam da bu ay başladığım bir değil tam iki! kitabı bitirdim. "Fahrenheit 451"i uzunca zamandır Ingilizce okumak üzere bekletiyordum ancak Türkçe baskısına bir sahafta yok paraya rastlayınca inadım kırıldı. Distopya olsun çamurdan olsun diyen ben için bulunmaz nimetti bu kitap, bayıla bayıla okudum.
İkinci kitap da sevdiceğimin hediye ettiği, pek sevdiği yazar Barış Bıçakçı'dan "Bizim Büyük Çaresizliğimiz"di. İki günde okudum bu güzel kitabı. Yazarın dili sizin iç sesiniz oluveriyor bir anda ve elinizden bırakamıyorsunuz.

Temmuz'un son günleri bademcik iltihabına kurban gitti. Öyle garip bir illet ki bu, ateşiniz çıkıyor, beliniz ve eklemleriniz ağrıyor, iştahınız kapanıyor, yutkunamıyorsunuz, başınız dönüyor ve sürekli sanki birisi saç diplerinizi acıtırcasına çimdikliyormuş gibi hissediyorsunuz. 2-3 gün boyunca ciddi anlamda azap çektim. Ateşimi düşürmeyi başardım ancak boğaz ağrısı halen devam ediyor ve birkaç gün daha da edecek gibi.

Temmuz'da ülkenin başına gelenler hakkında ne desem gg, hiç sırası değil.

Yılın en sevdiğim ayı Ağustos, umarım mutlu ve huzurlu geçer.

25 Temmuz 2016 Pazartesi

Saksı Sebzelerinde Son Durum

Süs biberi, fesleğen, kekik ve domates ile tamamladığım saksı sebzeleri dörtlümde müspet gelişmeler söz konusu.

Süs biberleri şu ana kadarki en istikrarlı sebzem diyebilirim. Düzenli olarak büyüyorlar ve çabuk gelişiyorlar. Yalnızca kızaran ve yumuşayan biberleri, bir seferde 4-5 adedi geçmeyecek şekilde koparıp sofraya koyuyorum ve bunu üst üste 3-4 haftadır yapabiliyorum. Zaten aşırı derecede acı olduklarından fazla tüketilmiyorlar. :)


Bitki daha en baştan kökünden iki ana dala ayrılmıştı, dallardan bir tanesi diğerine oranla daha çok biber veriyor ancak randımansız olanı kesersem güçlü olan da saksıda çok komik görünecek, dolayısıyla güçler ayrılığı ilkesine bağlı bir biçimde yaşamlarına devam ediyorlar. 
Toprak bakımı olarak haftada bir olmak üzere toprağını köke zarar vermeden hafifçe kaldırıyorum ve sulama suyuna 1-2 damla 8-8-8 formüllü sıvı gübre damlatıp suluyorum.

Fesleğenler satın alırken tereddüt ettiğim ancak toprağı sevmesinden mi yoksa suyu bol bulmasından mı nedir sıfır sorun politikasıyla büyüyüp giden bitkilerim oldular. Bütün saksılarımda aynı toprak-torf karışımını kullanıyorum ve şimdiye dek hiç sorun yaşamadım. Fesleğenleri sıkça budamak gerekiyor ancak diğer sebzeler kadar çok kullanılmadığından şimdilik yanaşmıyorum. Öyle ki yakın zamanda çiçek bile açtılar. Kendilerini henüz makarna sosu olarak kullanmadık ancak salatalara harika eşlik ettiğini söylemeliyim. 
Toprak bakımı olarak yine haftalık sıvı gübreli sulama ve toprak kaldırmadan başka bir bakım istemiyor.


Kekikler :( İki hafta önce bir paket kekik tohumu alıp onları plastik bardaklara ekmiş ve evde sera simülasyonuyla çimlendirmeyi başarmıştım. Ancak işler planladığım gibi gitmedi. Maalesef kekik fideleri toprağa bir türlü tutunamadılar ve öldüler. Sanırım buna ekim yaptığım hafif ve dağılmaya müsait toprak sebep oldu. Tohumdan bitki yetiştirmek çok zahmetli, çok dikkatli sulama isteyen bir işmiş, tecrübe ettim. Bütün bitkilerimde istikrar sağlayana dek bir daha girişeceğimi sanmıyorum. Kekik için ayırdığım saksıya iki adet dağ kekiği fidesi ektim bugün, kokusu ve tadı tam istediğim gibi. 


Dağ kekiğinin en güzel tarafı ihtiyaç duyduğunuz ölçüde dallarını kesip, yaprakları daldan sıyırarak ister taze ister kuru olarak kullanabilmeniz. Toprağına alıştığında yarı yarıya budayıp, kuruttuktan sonra da toz baharat olarak kullanmayı düşünüyorum.

Bunlardan üç fide almıştım, ikisini kendi saksıma ekip üçüncüyü de sevdiceğime hazırladım. :)

"Sevgiliye saksıda bitki hediye etmek" konulu çalışmam. ;)

Cherry domatesler sessiz sedasız büyüyüp şimdiden yenecek kıvama geldiler bile. Fesleğenlerle birlikte ciddi anlamda su arsızı olduklarını söylemeliyim. Sulama rutinini belli aralıklarla azaltarak domateslerin büyümelerini sağlamak bu cinsin püf noktasıymış, yeni öğrendim. 
Bu domateslerin iki türünü satıyorlar; biri boya gidenler, diğeri de bodur kalanlar. Benimkiler bodur, dolayısıyla toprağa oldukça yakın ve sık yetişiyorlar. Bu özelliği yüzünden gelişimlerini takip etmek biraz zor ancak yakın zamanda yapacağım mini hasat sayesinde daha planlı bir büyüme olacağını düşünüyorum. Üzerlerindeki yapraklar da sanıyorum bütün gün tepede duran yakıcı güneş yüzünden sıklıkla kavruluyorlar ancak bir yandan da domatesleri yanmaktan koruyorlar, o yüzden ellemiyorum. Sadece tamamına yakını kurumuş ya da çürümüş olanları topluyorum.

Hey maşallah be! :)

Toprak bakımı olarak fesleğen ve biberlere uyguladığım metodu aynen uyguluyorum, şu ana kadar her şey yolunda gidiyor.

Bundan yaklaşık 1-1,5 ay kadar önce sadece süs biberi ile başladığım saksıda sebze yetiştiriciliği, hem toprak, saksı ve fide fiyatlarının uygunluğu, hem verdiği haz, hem de elverişli havalar sayesinde benim için vazgeçilmez bir hobiye dönüşmüş durumda. Her sabah kalktığımda ilk işim gidip sebzelerimi kontrol etmek ve üzerlerindeki ölü yaprakları temizlemek oluyor. Akşam da yemek sonrası hava karardığında sularını vermek ve kokularını doya doya içime çekmek kendimi iyi hissettiriyor. 
Dışarıdan zahmetli gibi gözüken ama saksıya ekimden sonrası oldukça basit bir rutin olan bu uğraşı herkese tavsiye eder, yetiştirmekte olduğum ürünler hakkındaki nacizane tecrübelerimi de arzu edilirse paylaşmak isterim. 

Sevgiler:)

23 Temmuz 2016 Cumartesi

Analog Fotografa Nasıl Bulaştım?



Analog fotografi ya da diğer adıyla film fotografçılığına ilk merak saldığımda üniversiteye hazırlanıyordum (2003) ve bu merakın sanırım başlıca iki sebebi vardı; biri yıllardır Praktica makinasıyla ve değişik lensleriyle fotograf çekmekte olan İngilizce öğretmenim, diğeri de sanırım sınav ve mezuniyet stresinden kaçma isteğim.
Lise öğrencisi halimle ve süper kısıtlı bütçemle durağım Sirkeci'deki Hayyam Çarşısı olacak değildi elbet; o zamanlar İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü arkasında yer alan Polonya Pazarı (şimdi yerinde yeller esiyor) içindeki birkaç ikinci el fotograf makinası satıcısıyla ve öğretmeninim tavsiyesiyle tek seçeneğimdi. Bir de kart vermişti bana, "Foto Hacı" yazıyordu üstünde. "Hacı abiyi bul, benden de selam söyle o yardımcı olur sana." demişti öğretmenim. Hacı'yı burada biraz bekletelim de kıyısından köşesinden şu pazardan biraz bahsedeyim size.

Polonya Pazarı, çoğunlukla hırdavat ve envai çeşit yedek parça dükkanlarından mütevellit, kare ya da dikdörtgen yapılı ve sıra sıra küçük dükkanlı, orta kısmında kalan avlusu da muhtelif tezgahlarca parsellere bölünmüş, loş aydınlatmalı portatif bir çarşıydı. Uzaktan baktığınızda içinde fotografçılık namına bir şey bulabileceğinize inanamazdınız. Buna rağmen, içinde çeşitli türlerde makinalar alıp satan birçok fotografçı vardı.
2000'li yılların başlarında dijital makinalar ortalığı bu kadar ele geçirmemişti. Bahçelievler'de oturan bendenizin evinin dibinde bulunan bir fotografçı dükkanı gayet güzel iş yapıyor, aldığı filmi 2-3 güne teslim edebiliyordu. O dükkan o dönemlerde o kadar güzel para kazandı ki, yanındaki küçücük dükkanı da alıp birleştirdi ve sanırım son 10 yıldır da semtteki en büyük birkaç fotograf stüdyosundan bir tanesi. Bugün aynı şartlarda aynı sıçaramayı yapmasıysa imkansız. Yıllar sonra film bırakmak için uğradığımda 1 hafta sonrasına gün verip filmimi 10 gün sonra teslim edebilmişti.

İki paragraf üstte oturan Hacı'yı çok bekletmeden kendisinden devam edelim. Çok aramadan bulmuştum Hacı'yı. 40-50 yaş arası, hafif çember sakallı bir abiydi. İngilizce öğretmenimin yolladığı selamı alırkenki gülümseyen yüz ifadesi, bütçemi öğrendiğinde sirke satmaya başlamıştı. Suratsız p*z*v*nk. Yanlış hatırlamıyorsam 60-80 lira arası bir bütçem vardı o zaman için. Şimdinin 100-150 lirasına tekabül ediyordur herhalde. Arkalardan bir yerden iki tane Zenit makina çıkarmıştı, hangisini istiyorsan onu al demişti. Bir tanesi Zenit 11, diğeri de Zenit 12XP idi. Kozmetik olarak daha temiz gördüğüm 12XP'yi almıştım. Parayı verip pazardan çıktığımda içim içime sığmıyordu. Hemen ilk körüklü otobüse atlayıp evin yolunu tutmuş, soluğu fotografçıda almıştım. Fotografçım makinaya şöyle bir baktı, "hmm kasası temiz, asa halkası tamir görmüş, perdesinde küçük bir leke var ama sorun olmaz, vizör temiz sayılır, pozometresi ölmüş, mercek pek iyi değil, lan bunun diyaframı bozuk?!" demiş ve son düzlükte kanımın çekilmesine sebep olmuştu. "Söyle lensi değiştirsin, yaramaz bu." demişti.
O sinir ve hayalkırıklığıyla eve gitmeden otobüse tekrar binip Beyazıt'a dönmüş ve Hacı'dan hesap sormaya gitmiştim. Hacı yaptığı pisliğin farkında olacak hiç üstelemeden ancak homurdanarak zulasından tertemiz bir Helios 58mm lens çıkarıp vermişti. Çok merak etmişimdir; acaba şu topraklarda yaşayıp da adı veya lakabı Hacı olan birinden kazık yememiş vatandaş var mıdır?

Zenit ve ben, mutlu günlerimizden birinde :'(

Yorgun argın geri döndüğümde ve lensin çok iyi durumda olduğunun teyidini fotografçımdan aldıktan sonra gönül rahatlığıyla eve dönmüştüm. Zenit 12XP benim film fotografçılığı maceramda ilk makinamdı. Şimdi elimde olsa bayıla bayıla kullanacağım Helios lensi ve tank gibi ağır gövdesiyle sanki hiç bozulmayacakmış hissi veriyor, dosta güven verirken düşmana da "çekme lan beni!" dedirtiyordu. Hakkında ekşi sözlükte bundan 10 küsür sene önce yazdığım acemice bir yazıyı buradan okuyabilirsiniz. Zenit ile toplamda 3 film falan bitirdim, gençliğin ve film alma-yıkatma maliyetlerinin de etkisiyle bu hobime yeteri kadar zaman ayıramadım.
Bunun yanı sıra gel zaman git zaman dijital fotografa merak saldım ve 2006 yılıyla birlikte Zenit'imin pabucu da dama atılmış oldu. Yanlış hatırlamıyorsam 2007-2008 gibi de elimden çıkarmıştım. Çok büyük pişmanlığımdır. Film fotografçılığına 9 yıl boyunca hiç yanaşmadım. Ta ki sevdiceğimle tanışana dek. Önce Lomography ile, sonra Canon makinaları özendire özendire anlatmasıyla aklımı çelmeyi başardı. Şimdi elimizde değişik marka ve modellerde toplam 6 makina var. :)

Bu yazıyı aslında film fotografçılığına heveslenenlere bir nevi rehberlik etmek ve bu hobinin piyasasındaki üçkağıtları bir bir ortaya dökmek için yazmaya başlamıştım ancak anılar çok yer kapladığından konu bayağı sapmış oldu, artık bir sonraki yazıya.
Işığınız bol olsun. :)