28 Şubat 2016 Pazar

Ferhan Şensoy: Bir İdolün Ölümü

Bu blogu, geçmiş tüm devam ettiremediğim bloglarımda olduğu gibi sana ithaf etmiştim. Şu anda bile, blogun girişinde bir şiirin alıntılı halde duruyor, buraya yolu düşenleri selamlıyor. Sana olan, idol seviyesindeki sevgimin ve saygımın bu akşamki gibi, hiç ummadığım ve haketmediğim bir biçimde bizzat tarafından yokedileceğini hiç düşünmemiştim Ferhan Şensoy.



Sevdiceğimin sürpriziyle, yılların ukdesini dolduruyor olmanın heyecanıyla Ses Tiyatrosu'na adımımızı attık bu akşam. Öyle ya, idolüm dediğim, bana göre Türk Tiyatrosu'nun en büyük isminin 2000 kereden fazla sahnelediği oyunu izleyecek, sonrasında da zamanında bir sahaftan zar zor bulduğum, "Kalemimin Sapını Gülle Donattım" adlı otobiyografik kitaplarının ilkini imzalatma şansına erişecek, ve bundan ne büyük şeref duyduğumu söyleyecektim sana.

Oyununu coşkuyla ve zevkle izledikten sonra sıra kitap kuyruğunda beklemeye geldiğinde ellerim heyecandan buz kesmişti. Sıra bana geldiğinde, kitabın sayfalarını şöyle bir karıştırdın, korsan olduğunu söyleyerek imzalamayı reddettin. Bir de üstüne, "korsan kitap imzalayacak kadar hıyar değilim" deyip onca insanın içinde beni yerin dibine soktun.

Oysa o kitap 2001'de basılmıştı, sana göre sayfalarının inceliği ve bandrolsüz olması yüzünden korsandı. Ancak ben o kitabın korsan olduğundan dahi habersizdim. Sana da o esnada dedim ya, kitabı sahafın birinden bulmuştum, oldukça eskiydi, bandrolünün olmamasını da tamamen buna bağladım. Bu saflığımın bedelini de, kitap kuyruğunda bekleyen onca insanın içinde idol olarak gördüğüm senden yediğim laflarla ödedim. Oysa o otuz saniyecik sürede derdimi anlatmaya çalıştım sana, sense kitap satış bölümünü işaret edip, "orada göstersinler size" deyip kestirip attın. Benimse artık, "anlıyorum, kusura bakmayın" demekten başka lafım yoktu sana karşı. Utancımla birlikte, sanırım bir daha ayak basmamak üzere terkettim Ses Tiyatrosu'nu. Sana göre, 62 Türk Lirası bedelle izlemeye geldiğim oyununa utanmadan korsan kitap getirip imzalatmaya tenezzül etmiştim. Çok yanıldın, keşke sadece yanılmakla kalsaydın...

Sayın Ferhan Şensoy, ben okumayı öğrendiğimden bu yana kitaplarla hep içli dışlı oldum. Birçok türde kitabı merakımdan okudum, kitabım olmadığında eve gazetelerden kuponla alınan ansiklopedileri okudum. Öğrencilik hayatım boyunca, gezmedim, giymedim, yemedim, içmedim ama kitap aldım desem yeridir. Korsan kitap asla ama asla almadım. Kitaplığımdaki yüzlerce kitaptan bir tanesinin korsan çıkma ihtimaline hayatımı ortaya koyabilecek kadar da eminim bundan.
İşin komik tarafı ne biliyor musun? Elimdeki Falınızda Rönesans Var adlı kitabın 1998 basımı, bandrolsüz ancak fevkalade kalın kağıtlı; Ferhantoloji ve Başkaldıran Kurşunkalem adlı kitaplarınsa bandrollü ve 2014-2015 arasında yeniden basılmış kitaplar. Oyunlarının DVD'ye kaydedilmiş setinin de bandrollüsü elimde mevcut. Bense gidip, farkında olmadan imzalatmaya senin korsan diye reddettiğin kitabı getirdim. Bunun tek sebebi de otobiyografik romanlarının ilki olmasıydı.

O sahnede, masanda otururken, onca insanın içinde bu kadar zalim olmak zorunda mıydın bana karşı? Korsan dediğin o kitabın, basılmadığını, stoklarda olmayıp hiçbir yerde bulanamadığını sen de gayet iyi biliyordun oysa ki. O anda, senin de dediğin gibi "varsayalım yokum" diyip ortadan puf! diye yokolmayı nasıl istediğimi tahayyül edemezsin inan.

Oysa sen benim ta çocukluğumdan bu yana en sevdiğim tiyatrocuydun. Varsayalım İsmail'i tvden yayınlandığı dönemde çocuk halimle evin tek televizyonunda izleyebilmek için ne uğraşlar verdiğimi bilemezsin. Şu anda veya yakın döneme kadar baskısı olmayan kitaplarını bulabilmek adına kaç sahafı dolandığımı, bulamadığımdaki hayalkırıklıklarını, bulduğumda param yetişmeyince üzüntülerimi bilemezsin. Siyasi görüşünü ve duruşunu, tiyatronu ayakta tutabilmek adına katlandığın zorlukları ne kadar takdir ettiğimi bilemezsin. Bunları bilmene gerek de yok zaten, senden bir hayranın olarak sadece adıma kitabını imzalamanı ve beni onurlandırmanı bekledim, ancak bunu bana çok gördün. İstiklal caddesine çıktığımda bir elimde sevdiğimin eli, diğer elimdeyse reddettiğin kitabın vardı. O kadar kötü parçaladın ki içimi, sinirden caddede bir köşeye fırlatıverdim kitabını.

İdolüm değilsin artık, kitaplarını okumak, oyunlarını izlemek için harcadığım zamanlara da paralara da yazıklar olsun. Biletix üzerinden hizmet bedelli sattığın biletlerinle sana piyango günler dilerim.


15 Şubat 2016 Pazartesi

Maşukiye-Kartepe-Sapanca Gezisi

Fotograf çekmenin keyfi ve birlikte yeni yerler görme hevesi içinde geçtiğimiz haftasonu içinde sevdicekle günübirlik Maşukiye-Sapanca-Kartepe gezisine katılalım dedik. Öncesinde internette küçük bir araştırma yaparak İstanbul'a 1-2 saat uzaklıkta olan yerleri aradık taradık, karşımıza Yedigöller turunun haricinde bu tur çıktı, hem şehir keşmekeşinden uzaklaşır, hem de temiz hava alırız diyerekten rezervasyonlarımızı yaptık.

Bu gezi hakkında internette araştırma yaparken bulduğumuz sonuçlar genellikle öğle yemeğinin nasıl geçtiğine indirgenmiş yüzeysel yazılardı (sonradan hak verdim!) , bu yüzden amme hizmeti adına biraz detaya girerek anlatacağım ki bu turu seçenekleri arasında bulunduran gezginler de az çok fikir sahibi olsunlar.

Jolly Tur'un organize ettiği tura (aynı turu birçok acenta bire bir aynı şekilde organize etmekte) ben saat 07:00'de Merter Metro Istasyonu yanındaki otoparktan, kız arkadaşım da Kadıköy Evlendirme Dairesi karşısındaki otoparktan saat 08:00 otobüse binerek katıldık. Otobüsümüz 46 kişilik Neoplan marka, konforlu denebilecek bir araçtı. Kartal'dan son yolcuyu da aldıktan sonra Tuzla-Gebze-İzmit şeklinde ilerleyen yolculuğumuz da başlamış oldu. Tur rehberimiz çok ve boş konuşan hanımefendi sayesinde sabah mahmurluğunu üstümüzden atarken bir yandan da bulutların içindeki güneşin aydınlattığı körfez manzarasının tadını çıkarıyorduk.

Gidiş yolunda çokça sevdiğimiz biricik Kalben'in yeni albümünü Spotify üzerinden dinledik ve bayıldık. Bugün itibariyle raflarda da yerini almış olması lazım, kesinlikle almaya değer, müthiş bir başucu ve hatta ideal bir yol albümü olmuş. Dinleyin dinletin. :)


Saat 09:30 gibi Maşukiye'ye varmıştık ve karınlar zil çalıyordu. İlk durağımız, arkası genişçe bir ağaçlık ve çimenlik olan, sobayla hamam gibi ısınmış, dev bir çadırı andıran kahvaltı salonuydu. Adında yörede çok popüler olan Osmanlı geçiyordu ama bünyesinde Osman adında bir çalışanı bile olmadığına 50 liramı koyabilirim. :D
Burası aynı zamanda öğle yemeğinin de yeneceği yer. Uzun masalarda yan yana oturuyorsunuz ve her dört kişiye göre ayarlanmış serpme kahvaltı veriliyor, çaylar demlikte. İçeriğini acentaların tur programlarında da görebileceğiniz kahvaltıda İstanbul'da yiyemeyeceğiniz pek bir şey yok sanırım; belki güveçte pişirilmiş eritme peyniri ve yöreye özgü olduğunu düşündüğüm lezzetli baldır, bilemedim. Masaya gelen güveçte pişmiş peynir ve yumurta sayesinde bu kahvaltı benden 10 üzerinden 7 aldı, malzemeler tadımlık konmasaydı rahatlıkla 8 olabilirdi ancak amacımız günışığından maksimum ölçüde faydalanmak olduğundan kahvaltıya fazla takılmadık, karnımızı doyurduk.



Kahvaltı sonrası mekanın arka tarafındaki geniş çimenlik ve ağaçlık alanda birazcık fotograf çektikten sonra vakit kaybetmeden otobüse doluşup rehberin gereksiz konuşmaları eşliğinde yola çıktık. Bir sonraki durağımız Uludağ ve Kartaltepe'den sonra Marmara'nın 3. popüler kayak merkezi Kartepe.
Grupta kayak yapmaya hevesli kimsenin olmaması ve mevsim itibariyle ortalıkta pek kar kalmamasından mütevellit rehber yukarıdaki süreyi kısmayı teklif edip, arta kalan zamanda Maşukiye merkezinde, içinde şelalesi ve çay bahçeleri olan, at binecek ve ATV araçlarıyla safari yapacak yerlerin olduğu tarafta zaman geçirmeyi teklif etti ve bu da gruptan kabul gördü. 46 kişilik koca otobüs yukarı doğru uçurum kenarındaki yollardan virajları döne döne yaklaşık 30 dakikada tepeye vardı. Bu arada kulaklarınız değişen basıncın etkisiyle bol bol tıkanıyor, sakız bulundurmak lazımmış.

Kartepe'deki tek tesis Green Park otellerinin; içinde otel, telesiyej ve teleferik bulunduran tam teşekküllü bir kar tatili alanı. Burada bize ayrılan süre 1 saat 15 dakika; 15 dakika da gecikme opsiyonu, 1 buçuk saatimiz var. Maşukiye ile Kartepe arasındaki 12 derecelik sıcaklık farkını, otobüsten dışarı adım attığınız anda hissediyorsunuz. Bizim şansımıza hava oldukça rüzgarlıydı. Hiç vakit kaybetmeden, teleferikle tura katılmak üzere otelin içine doğru ilerledik. Açıkçası yılın bu zamanında, ortada doğru düzgün kar kalmamışken kayak yapmaya gelen bunca insanı otelde ve tesislerde görmek şaşırtıcıydı. Bize göre tur programını şişirmek için uydurulmuş bir ayrıntı. Turun ilk fiyaskosu.

Gişeye ulaştığımızda teleferiğin çalışmadığını öğrendik ve bu biraz moralimizi bozdu. Geriye sadece, iki kişilik telesiyej kalıyordu ve bunun fiyatı da bulunduğumuz yerden aşağı ve aşağıdan da yine buraya dönüş şeklinde, kısa tur olmak üzere 10 lira ve daha uzun olanı olmak üzere 35 liraydı.
Hava soğuktu, rüzgarlıydı, ancak hevesimiz de çoktu ve sonunda bu günlük tatilden geriye akılda kalıcı hatıralar biriktirme isteği yükseklik korkusuna galip geldi. Zaman azlığından kısa turu seçmiştik. Önü, arkası, üstü, altı her yanı açık telesiyejin içinde yan yanaydık ve buz gibi havada aşağı doğru yavaşça inerken yere bakmamaya çalışıyorduk. Bu arada fotograflar çekmeyi de ihmal etmedik tabii. :)



Aşağıda biraz daha fotograf çekip üşüdükten sonra telesiyejle yukarıdan bindiğimiz noktaya dönme zamanı gelmişti. Yukarı çıkışın inişten daha korkutucu olacağını hiç düşünmemiştim. Yine de eğlenceliydi. :) Otelden çıktığımızda zamanımız da iyiden iyiye azalıyordu. Çok vakit kaybetmeden otobüse geri döndük ve grubun kalan 5-10 kişisini beklemeye koyulduk.

İçinde otobüs olan gezilerde garanti birkaç kişi toplanma saatini geçirir, bu turda da aynı şey oldu. Tura birlikte katılan bu 10 kişilik grup herkesten 10-15 dakika kadar gecikti, Kartepe'ye varmadan önce "geç kalırsanız beklemem" diyen rehber paşa paşa bekledi, otobüsteki Kadıköylü huysuz teyze popülasyonu da açtı ağzını yumdu gözünü. Geç kalanlar kendilerine verilen süre yüzünden üstü kapalı rehbere taş atıyorlardı ki haksız da sayılmazlardı. Biz bile, eğer 35 dakikalık uzun telesiyej turunu almış olsak otobüse belki ucu ucuna yetişecektik. Günübirlik turların en büyük handikabı, eğer gezilecek-görülecek yer çoksa adeta zamana karşı verilen savaş. 5-10 dakikalık gecikmeler dahi günün kalan gezi noktalarına ayrılan sürelerden çalıyor maalesef.

Kartepe'den Maşukiye'ye yokuş aşağı virajlı iniş 10-15 dakika kadar sürdü. İndiğimiz yerde yine 1 saat 15 dakikamız vardı ve sonrasında öğle yemeğine geçecektik.
İndiğimiz nokta, dört tekerli, bol gürültülü ve egsoz kokulu ATV araçlarının kiralandığı yer aynı zamanda. Yokuşun bir ucundan diğer ucuna, konvoy halinde vızır vızır gidip gelen bu araçlar buraya hiç yakışmamış, başlı başına bir kirlilik oluşturmuşlar. Hemen yanında minik bir at binme alanı, içinde garibim atlar ve bir adet midilli bekliyor. Yokuş yukarı çıkılan yolun sağında ve solunda yöresel ancak endüstriyel paketlenmiş ürünler satan marketler, hiçbir orijinalliği olmayan hediyelikler satan dükkanlar, ve birbirinin peşi sıra çay bahçeleri ve restoranlar bulunmakta. Şelale de yukarıdaymış. Yukarıdan, yolun sağ ve sol kısmındaki yataklara gürül gürül bir su akıyor, suyu yokuş yukarı takip ederken etraflarındaki çay bahçelerine denk geliyoruz. Dönüş yolunda bunlardan birinde birer bardak yorgunluk çayı içelim dedik, "bardak yok demlikle getiriyoruz" denince içmeden kalktık. Bölge ziyaretçilerinin çoğu günübirlik turlarla gelen ve zamanı kısıtlı insanlarken, demlik çayla parayı toptan götürme çakallığı hiç hoşumuza gitmedi. Tez zamanda, kapılarındaki arapça tabelaların başlarına düşmesini temenni ediyoruz.



Tepeye ulaştığımızda bize şelale diye pazarlanan şeyin aslında taş çatlasa 10-15 metreden yapay dere yatağına düşen, yeri, yönü, yatağı insan eliyle oluşturulmuş bir su kaynağı olduğunu görüyor ve içerliyoruz. Tesisleşme adına bölgenin doğal güzelliğinin adeta ırzına geçilmiş. Doğa yine de bütün güzelliğiyle direniyor bu zorbalığa. Umarım baharda daha coşkun akıyordur.
Toplanma saatine yakın yine otobüsümüze biniyor ve yine Maşukiye'de bulunan, kahvaltı ettiğimiz yerde öğle yemeğini yemek üzere yola çıkıyoruz. Rehber çok ve boş konuşmaya devam ediyor.

Öğle yemeğine oturduğumuzda önümüze birer salata ve içecek konuyor. Yemekler kiremit güveçlerde aynı anda fırında piştiklerinden oldukça uzun süre bekliyoruz. Önden kiremitte peynirli mantar geliyor, her iki kişiye bir kiremit tabak olmak üzere. Hoşumuza gidiyor. 5-10 dakika sonra da ana yemekler geliyor. İsteğe bağlı olarak hepsi kiremitte pişen, alabalık, tavuk, köfte ya da sucuktan birini alıyorsunuz. Biz alabalık yedik, çok da hoşumuza gitti. Zaten koca turda en çok ne hoşunuza gitti diye sorsalar, cevabım öğle yemeği olur ki onda da yemekleri haddinden uzun bekleyip tur programının kalanını iyice kısaltıyoruz.

Yemek sonrası mekanın arkasındaki çimenlikte bulunan piknik masalarında çay keyfi yapıyoruz, yanımızda İstanbul'dan getirdiğim acıbadem kurabiyeleri de var. :) 15-20 dakika böyle havalandıktan sonra otobüse doluşup Sapanca Gölü'ne doğru yola çıkıyoruz.
Yol üstünde pişmaniye almak üzere 10 dakikalığına duruyoruz. Öz Can marka, bölgedeki en kaliteli pişmaniye varyasyonlarının satıldığı yer burasıymış. Evlere götürmelik birer paket pişmaniye alıyoruz, kasadaki POS cihazı ne hikmetse (!) bozuk, nakit alıyoruz, yazar kasa da bozuk. (Alo Maliye :D) Etrafta alternatif pişmaniyeci olmayınca, olsa da otobüs durmayacak olunca klasik köylü kurnazlığının devrede olduğunu anlıyorsunuz, yiyor ama yutmuyorsunuz.

Sapanca Gölü'ne yaklaşıyoruz, ciddi anlamda denize benziyor. 80 metre derinliğe ulaştığını rehberden öğreniyoruz. Göl kıyısında gezinti için daha salaş ve sakin bir yer beklerken, solumuzda Richmond otelin dev spa tesisi, sağımızda sıra sıra kafeler, çay bahçeleri ve restoranlar buluyoruz. Tam bir kasaba merkezi. Kum gibi insan var. Gezmek için biz yerli turistlere bahşedilen zamansa 50 dakika. :)

Tur boyunca kendimizi resmen rahmetli Kemal Sunal'ın Sakar Şakir filmindeki, bakkal dükkanını talan etmeye koşturan vatandaşlar gibi hissettik. Rehber otobüsün başından, "koşun laaan, süre bitmeden gezin de gelin aannadın mı!!" diye anons yapıyor, biz de acele adımlarla göreceğimizi görüp, fotograf çekmeye çalışıyor, vaktimiz kalırsa birer çay-kahve içip hediyelik ıvır zıvır aramaya çabalıyoruz.


Geziden 3 gün önceki, artık aramızda klasikleşen, "Olağan Kanlıca'da Çay Eşliğinde İstişare Çarşambaları"nda, nedense Sapanca'ya dair birkaç benzer fotograf dışında görsel medyaya rastlayamamış ve bu duruma bir anlam verememiştik. Sebebini göl kıyısındaki parke taşlı yürüyüş yoluna adım atınca anladık. Fotograflayacak yer yok! Sahil desen, boylu boyunca mekan, kıyı desen, sahildeki mekanların atık boruları göz zevkinizi bozuyor, göl desen bomboş, iki tane karabatak mı ördek mi ne yüzüyordu. Karşı kıyıda birtakım inşaatlar ve sade yerleşim alanları. Bu kadar. 50 dakikaya birkaç fotograf karesi, birer fincan çay ve bir iki hediyelik eşya dükkanında beyhude arayışlar sığdırdıktan sonra otobüsümüze son kez binip Istanbul'a doğru yola çıkıyoruz, saatimiz 17:30'u gösteriyor. Yol Kadıköy'e kadar rahat, sonrasında yoğun trafikliydi, nitekim Kadıköy'de inip evlere kendi imkanlarımızla dağılmak daha cazip geldi.



Yukarıda yazdığım tüm olumsuzluklara rağmen biz hem şehir gürültüsünden kaçtığımız, hem de bulabildiğimiz doğal manzaraları fotograflayabildiğimiz için geziden bu yazım kadar karamsar ayrılmadık, sırf birlikte gezmemiz bile keyif almamız için yetiyordu sonuçta. Ancak, bir daha özel araç haricinde buraları gezmek isteyeceğimi hiç sanmıyorum. Belki tur otobüslerinin gitmediği, görmeye değer, insanların henüz bozamadığı kısımları vardır, ancak tur şirketlerinin götüreceği yerler için beklentiyi düşük tutmakta fayda var.

Bu turu özetlemek gerekirse; adam başı 100 lira verip değişik yerler görme şansı yakalıyorsunuz, kahvaltı ve öğle yemeğine para harcamıyorsunuz ve abartılmış da olsalar farklı yerler görüyorsunuz. İstanbul içi rutinden sıkılanlar için bir alternatif olabilir. Amacım hem tarihime not düşmek, hem de meraklılarını bilgilendirmekti.

Bir başka tur yazısında ağızlara bal çalan yazılar yazmak ümidiyle... ;)

9 Şubat 2016 Salı

Analog Fotografçılık Macerasında Film Denemeleri

Analog fotografçılık çok fena sardı, çok.


Önceden Lomo ile balık gözü efektli fotograflar çekip gayet tasasız ve mutlu olurken şimdi Canon AV-1 yüzünden kafayı film stoklamakla, ebay'den değişik lensler aramakla, Sirkeci'den B modu pozlamasında kullanmalık deklanşör kablosu aramakla bozmuş durumdayım. Yanlış anlaşılmasın, çok da hoşuma gidiyor bu uğraş. Sevdicekle birlikte makinalarda 3'er 4'er makara filmi Eminönü, Sirkeci, Beyazıt, Galata, Karaköy, Beyoğlu gibi sıkça uğradığımız yerlerde ve Büyükada gibi bir anda karar verilen bir yerde bir çırpıda bitiriverdik. Ortaya çıkan fotograflara ise bayıldık! Şu sıralar instagram hesaplarımızda sadece bu fotograflara yer veriyoruz desek yeridir.

Makinaların ve lenslerin temizlğinden elimize geçen fotograflarla emin olduktan sonra iş kullandığımız filmler arasından bundan sonra kullanacağımız filmi seçmeye geldi. Çok fotograf çektiğimizden ve film kalitelerinden bihaber olduğumuzdan, bütçemizi sarsmaması açısından kendimize başlangıçta film başına 10 Lira'lık bir üst limit koyduk.

Nacizane film incelemelerime geçmeden önce bayat film hakkında birkaç satır yazmak istedim.
İkimizde de bayat film kullanma konusunda büyük bir heves var. Ancak bayat filmler konusunda şöyle bir yanılgı mevcut; her tarihi geçen filmin bayat olduğu. Kağıt üzerinde doğru ama fotografa yansıma konusunda değil maalesef. Filmler artık depolarda, ofislerde ya da evlerde optimum koşullarda, en kötü ihtimalle oda sıcaklığında ve kutularında saklanıyor olmalarından olsa gerek, son kullanma tarihleri üzerinden yıllar da geçse pek mutasyona uğramıyorlarmış, bunu gördük.

Bayat film ararken karşımıza çıkan ilk marka Tudor oldu. Tudorcolor XLX200 firmanın Istanbul piyasasında bulunan 36 pozluk ve 200 ASA'lık tek ürünü.


Sirkeci civarında 6-7 Lira'ya bulunabilen bu bayat filmlerin üzerindeki son kullanım tarihleri 2014 Eylül olarak görünüyor. Elimize geçen baskılar sonucu dikkatimizi ilk çeken keskin hatlar, düşük gren (grain) ve canlı renkler oldu. Filmlerde ya da baskılarda bayatlama kaynaklı herhangi bir hata, renk patlaması, solma vs. göremedik.



Tudor ile kıyaslamak için taze ve uygun fiyatlı film ararken karşımıza iki farklı markanın filmi çıktı. 

Bunlardan ilki Fujifilm'in Fujicolor C200 adlı 36 pozluk ve 200 ASA'lık ürünü.


Film Fujifilm'in resmi sitesinde nedense daha üst bir seri olan Superia serisi fotografıyla tanıtılıyor ancak kesinlikle aynı filmler olmadığını söyleyebilirim. Superia serisi ciddi anlamda kalite farkına sahip.
Bu ürüne dönecek olursak, kendisi Sirkeci civarında 7,5 - 10 Lira arası fiyatlara rahatlıkla bulunabilen, son kullanım tarihi 2017 Ağustos olan bir film. Resmi sitesinde "100 ASA'lık filmler kadar keskin görüntüler" gibi bir ibare mevcut, kesinlikle katılıyorum. Makinamda bu filmden 2 ya da 3 makara bitirdim ve kendisi hakkında yapabileceğim en doğru yorum, dijitale yakın keskinlikte fotograflar verdiğidir. Tudor'daki gibi keskin hatlar, düşük gren ve canlı renkler veren bir film. Fotografçılıkla ilgili birkaç yabancı forumda bu filmin yukarda kısaca bahsettiğim Tudorcolor XLX 200 ile aynı film olduğu, Tudor markasıyla ayrıca satıldığı şeklinde yorumlara denk geldim. Bence doğruluk payı bir hayli yüksek, lakin iki ayrı filmden çıkan fotografları birbirlerinden ayırt etmek oldukça güç.



Ucuz ve kaliteli film arayanlar için bence ideal seçim olacaktır.

Taze filmlerimizin ikincisi Kodak'ın ürettiği Colorplus. Yine 36 pozluk ve 200 ASA'lık bir film.
Sirkeci piyasasından 8,5-10 Lira arasına, tazesi 2016, bayatı 2015 son kullanım tarihli olarak bulunabilen bu filmden çıkan baskılarda gözümüze çarpan en belirgin detay fotograflardaki, bilhassa beyaz tonlarındaki hafif sarartıydı. Kontrast yüksekliği konusunda Tudor ya da Fuji kadar olmadığını söyleyebilirim, en azından kendi makinalarımızdan çıkan sonuçlara bakarak. 



Fotograflarında daha sıcak tonları sevenler için uygun bir film olabilir, ben tercih edeceğimi pek sanmıyorum. Ambalajına ve filmin sarı rengine bayılan sevdicek içinse minik bir sürpriz yapıp bu anahtarlığı hazırladım. :)


Dördüncü ve son filmimiz, aynı zamanda en çok hoşumuza giden film oldu. Kullandığımız Fujifilm Superia 200, 2012 Mayıs son kullanma tarihli bayat bir film ancak bayat film etkilerini hiç de taşımamakla birlikte bize üzerindeki Superia ibaresinin hakkını veren fotograflar verdi diyebilirim.


Diğerlerinin aksine 24 pozluk olan film banyo başına maliyette bize biraz dezavantaj yaratsa da bunu fotograf kalitesiyle unutturdu diyebiliriz. Yüksek kontrast, ortalama üzeri gren, canlı renkler, kendini belli eden gölgeler ve düşük ışık performansıyla en çok beğendiğimiz film oldu. Fiyat olarak tazeleri 17 Lira, bayatları 10 Lira'dan satılmakta olan bu filmlerin bayat olanlarını yukarıdaki diğer üç film kadar kolay bulmak pek mümkün değil. 



Bir sonraki film incelemesi yazımı imkanım olursa 400 ASA'lık filmleri deneyip yazmak istiyorum. Şimdiye kadar yalnızca Lomography'nin 400 ASA'lık renkli filmini yeterince denedim, ilerde yanına birkaç arkadaş daha eklemek lazım. :)


1 Şubat 2016 Pazartesi

Ocak Ayının Özeti

2016'nın ilk ayı hızla geride kalırken sevdicekle blogları ihmal etmeyi mazur gösterecek kadar çeşitli aktivitelere daldık. 2015'in Ocak ayında hayatımdaki önemli engellerden birini aşmış ve yılın kalanına daha iyimser bakabilmiştim. Bu yılın ilk ayındaysa zaten yanımda O vardı, dolayısıyla iyimserlik anlamında ekstra motivasyona ihtiyaç duymadım. :)

Yeni yılımızı bir günlük gecikmeyle de olsa Nevizade'deki Imroz Restoran'da kutladık. Sevdik biz burayı. Yine gideceğiz.

Hemen ertesi gün Istanbul Modern ziyareti ile yeni yılın müze ve sergi sezonunu kendimizce açmış bulunduk. Yol boyunca yaptığımız mini kartopu savaşları da cabası!

Yeni yılın ilk haftası elbette mükemmel geçecekti çünkü tarihler 6 Ocak'ı gösteriyordu ve günlerden sevdiğimin doğum günüydü. Hayatıma girdiği andan beri bana zaman içinde unuttuğum şeyleri yeniden hatırlatan, hayatımı güzelleştiren, "blogdan bloga sevda"nın diğer öznesi zatı-şahanelerinin hem yeni yılının, hem de doğum gününün kutlu olmasını, O'na hayal ettiği her şeyi getirmesini diliyorum. İyi ki doğmuş!

Doğum günü yemeğini Anadolu Hisarı'nda, birlikte ilk yemeğimizi yediğimiz için bizim için özel anlamı olan güzel bir yerde yedik. Çiçekler o akşamki masadan. ;)

Sonrasındaysa bizim için artık bir ritüel halini almaya başlayan, Kanlıca'da uzun bir çay faslına daldık, hatta çaya düştük! :)





Yılın ilk tiyatro oyununu 9 Ocak'ta Üsküdar'da izledim. Şehir Tiyatroları'nın sahnelediği Shakespeare oyunu "Kısasa Kısas"ı çok beğendiğimi söylemeliyim.
Aynı gün, hem sevdiceğimin kardeşi, hem de yakın arkadaşı ve eşi ile tanışıp güzel bir akşam yemeği yeme şansı buldum. Çok eğlendiğim bu buluşmanın daha nicelerinin gerçekleşmesini dilerim.

20 Ocak'ta, bu yazıda da bahsettiğim üzere, uzun yıllardır uzak durduğum ancak sevdicek sayesinde kayıtsız kalamayıp, yine de Lomo ile kendimi kıyısında tuttuğum analog fotografçılığa muhteşem (!) bir dönüş yaptım. Kendi dönüşüm yetmezmiş gibi buna bir de sevdiceğimi dahil ettim.


Bu ay içinde, aynı anda denk gelmeleri neredeyse imkansız olan, makina temizliği ve fiyat uygunluğu hiç beklemediğimiz bir anda, hem de iki kez karşımıza çıkınca hiç hesapta yokken birer Canon AV-1'e sahip olduk. :)

Canon Av-1, enstantane ayarını otomatik yapan, dilerseniz diyafram ayarını da otomatik yapabilen, 36 yıllık manuel bir makina. Diyafram ayarlarıyla oynarak enstantaneyi istediğiniz gibi eğip bükmenize izin vererek değişik renk tonlarında fotograflar yakalamanıza da olanak sağlıyor ayrıca. Ben fotograftaki 50mm'lik Canon lensi kullanıyorum, O ise geniş açılı 28mm'lik Tokina lensi. Yakın zamanda envanterimize bir adet 28-70mm Tokina zoom lens katılmasını da beklemekteyiz.

Fotograf çekmek ikimizin de çok keyif aldığı, üzerine çokça kafa patlattığımız, ilginç fotograflar yakalamak adına daha önce aklımıza gelmeyen yerlere gitmeyi planladığımız, birbirimize parmakla, "aa bak şurası çok güzel!" şeklinde gözcülük ettiğimiz, değişik markalarda taze ve bayat filmler ve kaliteli stüdyolar bulabilmek için Sirkeci'nin altını üstüne getirmekten imtina etmediğimiz bir uğraş. Bütün bunların sonunda, fotografları çay eşliğinde teker teker inceleyip keyfini çıkarmaya ise paha biçilemez. :) Canon AV-1, 35mm filmler, stüdyolar ve baskılarla ilgili, kısa zamanda edindiğim tecrübelerle dair bir yazıyı yakın bir zamanda yazmayı planlıyorum.



Yılın ilk filmini 23 Ocak'ta izledim. Tarantino'nun 8. filmi olan "The Hateful Eight" iki buçuk saatlik, müthiş repliklerle dolu bir hikayeydi.
Hemen ertesi gün Oscar'sız Leonardo'nun son filmi "The Revenant"ı izledim. Doğal seti ve kamera çekimleriyle aklımı alan bir filmdi diyebilirim. Senaryosunun tamamı için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim.
Burada küçük bir parantez açmak istiyorum. Siz siz olun, havalar soğuk, hatta karlıysa, iki gün üst üste karlı havalarda geçen filmlere gitmeyin. Yukarıdaki iki film bu anlamda canıma okudu diyebilirim.

Ayın son Cumartesi gününde, diğer planları iptal ederek kendimizi Büyükada'ya giden vapura attık. Istanbul'dan azıcık da olsa uzaklaşmak ve temiz hava almak ikimize de çok iyi geldi. Boynumuzda fotograf makinaları da olunca ortaya harikulade bir mini gezi çıktı. Filmler banyo ve baskıdan gelince bu geziyle ilgili bol fotograflı bir yazmayı planlıyorum.


Ocak ayı aşağı yukarı böyle geçti, umarım Şubat daha da iyi geçer. :)