Bu gezi hakkında internette araştırma yaparken bulduğumuz sonuçlar genellikle öğle yemeğinin nasıl geçtiğine indirgenmiş yüzeysel yazılardı (sonradan hak verdim!) , bu yüzden amme hizmeti adına biraz detaya girerek anlatacağım ki bu turu seçenekleri arasında bulunduran gezginler de az çok fikir sahibi olsunlar.
Jolly Tur'un organize ettiği tura (aynı turu birçok acenta bire bir aynı şekilde organize etmekte) ben saat 07:00'de Merter Metro Istasyonu yanındaki otoparktan, kız arkadaşım da Kadıköy Evlendirme Dairesi karşısındaki otoparktan saat 08:00 otobüse binerek katıldık. Otobüsümüz 46 kişilik Neoplan marka, konforlu denebilecek bir araçtı. Kartal'dan son yolcuyu da aldıktan sonra Tuzla-Gebze-İzmit şeklinde ilerleyen yolculuğumuz da başlamış oldu. Tur rehberimiz çok ve boş konuşan hanımefendi sayesinde sabah mahmurluğunu üstümüzden atarken bir yandan da bulutların içindeki güneşin aydınlattığı körfez manzarasının tadını çıkarıyorduk.
Gidiş yolunda çokça sevdiğimiz biricik Kalben'in yeni albümünü Spotify üzerinden dinledik ve bayıldık. Bugün itibariyle raflarda da yerini almış olması lazım, kesinlikle almaya değer, müthiş bir başucu ve hatta ideal bir yol albümü olmuş. Dinleyin dinletin. :)
Saat 09:30 gibi Maşukiye'ye varmıştık ve karınlar zil çalıyordu. İlk durağımız, arkası genişçe bir ağaçlık ve çimenlik olan, sobayla hamam gibi ısınmış, dev bir çadırı andıran kahvaltı salonuydu. Adında yörede çok popüler olan Osmanlı geçiyordu ama bünyesinde Osman adında bir çalışanı bile olmadığına 50 liramı koyabilirim. :D
Burası aynı zamanda öğle yemeğinin de yeneceği yer. Uzun masalarda yan yana oturuyorsunuz ve her dört kişiye göre ayarlanmış serpme kahvaltı veriliyor, çaylar demlikte. İçeriğini acentaların tur programlarında da görebileceğiniz kahvaltıda İstanbul'da yiyemeyeceğiniz pek bir şey yok sanırım; belki güveçte pişirilmiş eritme peyniri ve yöreye özgü olduğunu düşündüğüm lezzetli baldır, bilemedim. Masaya gelen güveçte pişmiş peynir ve yumurta sayesinde bu kahvaltı benden 10 üzerinden 7 aldı, malzemeler tadımlık konmasaydı rahatlıkla 8 olabilirdi ancak amacımız günışığından maksimum ölçüde faydalanmak olduğundan kahvaltıya fazla takılmadık, karnımızı doyurduk.
Kahvaltı sonrası mekanın arka tarafındaki geniş çimenlik ve ağaçlık alanda birazcık fotograf çektikten sonra vakit kaybetmeden otobüse doluşup rehberin gereksiz konuşmaları eşliğinde yola çıktık. Bir sonraki durağımız Uludağ ve Kartaltepe'den sonra Marmara'nın 3. popüler kayak merkezi Kartepe.
Grupta kayak yapmaya hevesli kimsenin olmaması ve mevsim itibariyle ortalıkta pek kar kalmamasından mütevellit rehber yukarıdaki süreyi kısmayı teklif edip, arta kalan zamanda Maşukiye merkezinde, içinde şelalesi ve çay bahçeleri olan, at binecek ve ATV araçlarıyla safari yapacak yerlerin olduğu tarafta zaman geçirmeyi teklif etti ve bu da gruptan kabul gördü. 46 kişilik koca otobüs yukarı doğru uçurum kenarındaki yollardan virajları döne döne yaklaşık 30 dakikada tepeye vardı. Bu arada kulaklarınız değişen basıncın etkisiyle bol bol tıkanıyor, sakız bulundurmak lazımmış.
Kartepe'deki tek tesis Green Park otellerinin; içinde otel, telesiyej ve teleferik bulunduran tam teşekküllü bir kar tatili alanı. Burada bize ayrılan süre 1 saat 15 dakika; 15 dakika da gecikme opsiyonu, 1 buçuk saatimiz var. Maşukiye ile Kartepe arasındaki 12 derecelik sıcaklık farkını, otobüsten dışarı adım attığınız anda hissediyorsunuz. Bizim şansımıza hava oldukça rüzgarlıydı. Hiç vakit kaybetmeden, teleferikle tura katılmak üzere otelin içine doğru ilerledik. Açıkçası yılın bu zamanında, ortada doğru düzgün kar kalmamışken kayak yapmaya gelen bunca insanı otelde ve tesislerde görmek şaşırtıcıydı. Bize göre tur programını şişirmek için uydurulmuş bir ayrıntı. Turun ilk fiyaskosu.
Gişeye ulaştığımızda teleferiğin çalışmadığını öğrendik ve bu biraz moralimizi bozdu. Geriye sadece, iki kişilik telesiyej kalıyordu ve bunun fiyatı da bulunduğumuz yerden aşağı ve aşağıdan da yine buraya dönüş şeklinde, kısa tur olmak üzere 10 lira ve daha uzun olanı olmak üzere 35 liraydı.
Hava soğuktu, rüzgarlıydı, ancak hevesimiz de çoktu ve sonunda bu günlük tatilden geriye akılda kalıcı hatıralar biriktirme isteği yükseklik korkusuna galip geldi. Zaman azlığından kısa turu seçmiştik. Önü, arkası, üstü, altı her yanı açık telesiyejin içinde yan yanaydık ve buz gibi havada aşağı doğru yavaşça inerken yere bakmamaya çalışıyorduk. Bu arada fotograflar çekmeyi de ihmal etmedik tabii. :)
Aşağıda biraz daha fotograf çekip üşüdükten sonra telesiyejle yukarıdan bindiğimiz noktaya dönme zamanı gelmişti. Yukarı çıkışın inişten daha korkutucu olacağını hiç düşünmemiştim. Yine de eğlenceliydi. :) Otelden çıktığımızda zamanımız da iyiden iyiye azalıyordu. Çok vakit kaybetmeden otobüse geri döndük ve grubun kalan 5-10 kişisini beklemeye koyulduk.
İçinde otobüs olan gezilerde garanti birkaç kişi toplanma saatini geçirir, bu turda da aynı şey oldu. Tura birlikte katılan bu 10 kişilik grup herkesten 10-15 dakika kadar gecikti, Kartepe'ye varmadan önce "geç kalırsanız beklemem" diyen rehber paşa paşa bekledi, otobüsteki Kadıköylü huysuz teyze popülasyonu da açtı ağzını yumdu gözünü. Geç kalanlar kendilerine verilen süre yüzünden üstü kapalı rehbere taş atıyorlardı ki haksız da sayılmazlardı. Biz bile, eğer 35 dakikalık uzun telesiyej turunu almış olsak otobüse belki ucu ucuna yetişecektik. Günübirlik turların en büyük handikabı, eğer gezilecek-görülecek yer çoksa adeta zamana karşı verilen savaş. 5-10 dakikalık gecikmeler dahi günün kalan gezi noktalarına ayrılan sürelerden çalıyor maalesef.
Kartepe'den Maşukiye'ye yokuş aşağı virajlı iniş 10-15 dakika kadar sürdü. İndiğimiz yerde yine 1 saat 15 dakikamız vardı ve sonrasında öğle yemeğine geçecektik.
İndiğimiz nokta, dört tekerli, bol gürültülü ve egsoz kokulu ATV araçlarının kiralandığı yer aynı zamanda. Yokuşun bir ucundan diğer ucuna, konvoy halinde vızır vızır gidip gelen bu araçlar buraya hiç yakışmamış, başlı başına bir kirlilik oluşturmuşlar. Hemen yanında minik bir at binme alanı, içinde garibim atlar ve bir adet midilli bekliyor. Yokuş yukarı çıkılan yolun sağında ve solunda yöresel ancak endüstriyel paketlenmiş ürünler satan marketler, hiçbir orijinalliği olmayan hediyelikler satan dükkanlar, ve birbirinin peşi sıra çay bahçeleri ve restoranlar bulunmakta. Şelale de yukarıdaymış. Yukarıdan, yolun sağ ve sol kısmındaki yataklara gürül gürül bir su akıyor, suyu yokuş yukarı takip ederken etraflarındaki çay bahçelerine denk geliyoruz. Dönüş yolunda bunlardan birinde birer bardak yorgunluk çayı içelim dedik, "bardak yok demlikle getiriyoruz" denince içmeden kalktık. Bölge ziyaretçilerinin çoğu günübirlik turlarla gelen ve zamanı kısıtlı insanlarken, demlik çayla parayı toptan götürme çakallığı hiç hoşumuza gitmedi. Tez zamanda, kapılarındaki arapça tabelaların başlarına düşmesini temenni ediyoruz.
Tepeye ulaştığımızda bize şelale diye pazarlanan şeyin aslında taş çatlasa 10-15 metreden yapay dere yatağına düşen, yeri, yönü, yatağı insan eliyle oluşturulmuş bir su kaynağı olduğunu görüyor ve içerliyoruz. Tesisleşme adına bölgenin doğal güzelliğinin adeta ırzına geçilmiş. Doğa yine de bütün güzelliğiyle direniyor bu zorbalığa. Umarım baharda daha coşkun akıyordur.
Toplanma saatine yakın yine otobüsümüze biniyor ve yine Maşukiye'de bulunan, kahvaltı ettiğimiz yerde öğle yemeğini yemek üzere yola çıkıyoruz. Rehber çok ve boş konuşmaya devam ediyor.
Öğle yemeğine oturduğumuzda önümüze birer salata ve içecek konuyor. Yemekler kiremit güveçlerde aynı anda fırında piştiklerinden oldukça uzun süre bekliyoruz. Önden kiremitte peynirli mantar geliyor, her iki kişiye bir kiremit tabak olmak üzere. Hoşumuza gidiyor. 5-10 dakika sonra da ana yemekler geliyor. İsteğe bağlı olarak hepsi kiremitte pişen, alabalık, tavuk, köfte ya da sucuktan birini alıyorsunuz. Biz alabalık yedik, çok da hoşumuza gitti. Zaten koca turda en çok ne hoşunuza gitti diye sorsalar, cevabım öğle yemeği olur ki onda da yemekleri haddinden uzun bekleyip tur programının kalanını iyice kısaltıyoruz.
Yemek sonrası mekanın arkasındaki çimenlikte bulunan piknik masalarında çay keyfi yapıyoruz, yanımızda İstanbul'dan getirdiğim acıbadem kurabiyeleri de var. :) 15-20 dakika böyle havalandıktan sonra otobüse doluşup Sapanca Gölü'ne doğru yola çıkıyoruz.
Yol üstünde pişmaniye almak üzere 10 dakikalığına duruyoruz. Öz Can marka, bölgedeki en kaliteli pişmaniye varyasyonlarının satıldığı yer burasıymış. Evlere götürmelik birer paket pişmaniye alıyoruz, kasadaki POS cihazı ne hikmetse (!) bozuk, nakit alıyoruz, yazar kasa da bozuk. (Alo Maliye :D) Etrafta alternatif pişmaniyeci olmayınca, olsa da otobüs durmayacak olunca klasik köylü kurnazlığının devrede olduğunu anlıyorsunuz, yiyor ama yutmuyorsunuz.
Tur boyunca kendimizi resmen rahmetli Kemal Sunal'ın Sakar Şakir filmindeki, bakkal dükkanını talan etmeye koşturan vatandaşlar gibi hissettik. Rehber otobüsün başından, "koşun laaan, süre bitmeden gezin de gelin aannadın mı!!" diye anons yapıyor, biz de acele adımlarla göreceğimizi görüp, fotograf çekmeye çalışıyor, vaktimiz kalırsa birer çay-kahve içip hediyelik ıvır zıvır aramaya çabalıyoruz.
Geziden 3 gün önceki, artık aramızda klasikleşen, "Olağan Kanlıca'da Çay Eşliğinde İstişare Çarşambaları"nda, nedense Sapanca'ya dair birkaç benzer fotograf dışında görsel medyaya rastlayamamış ve bu duruma bir anlam verememiştik. Sebebini göl kıyısındaki parke taşlı yürüyüş yoluna adım atınca anladık. Fotograflayacak yer yok! Sahil desen, boylu boyunca mekan, kıyı desen, sahildeki mekanların atık boruları göz zevkinizi bozuyor, göl desen bomboş, iki tane karabatak mı ördek mi ne yüzüyordu. Karşı kıyıda birtakım inşaatlar ve sade yerleşim alanları. Bu kadar. 50 dakikaya birkaç fotograf karesi, birer fincan çay ve bir iki hediyelik eşya dükkanında beyhude arayışlar sığdırdıktan sonra otobüsümüze son kez binip Istanbul'a doğru yola çıkıyoruz, saatimiz 17:30'u gösteriyor. Yol Kadıköy'e kadar rahat, sonrasında yoğun trafikliydi, nitekim Kadıköy'de inip evlere kendi imkanlarımızla dağılmak daha cazip geldi.
Yukarıda yazdığım tüm olumsuzluklara rağmen biz hem şehir gürültüsünden kaçtığımız, hem de bulabildiğimiz doğal manzaraları fotograflayabildiğimiz için geziden bu yazım kadar karamsar ayrılmadık, sırf birlikte gezmemiz bile keyif almamız için yetiyordu sonuçta. Ancak, bir daha özel araç haricinde buraları gezmek isteyeceğimi hiç sanmıyorum. Belki tur otobüslerinin gitmediği, görmeye değer, insanların henüz bozamadığı kısımları vardır, ancak tur şirketlerinin götüreceği yerler için beklentiyi düşük tutmakta fayda var.
Bu turu özetlemek gerekirse; adam başı 100 lira verip değişik yerler görme şansı yakalıyorsunuz, kahvaltı ve öğle yemeğine para harcamıyorsunuz ve abartılmış da olsalar farklı yerler görüyorsunuz. İstanbul içi rutinden sıkılanlar için bir alternatif olabilir. Amacım hem tarihime not düşmek, hem de meraklılarını bilgilendirmekti.
Bir başka tur yazısında ağızlara bal çalan yazılar yazmak ümidiyle... ;)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder