19 Nisan 2016 Salı

Analog Fotografçılık Macerasında Lens Denemeleri

Şubat ayında piyasadaki 10 Lira ve altında fiyatlara satılan 35 mm'lik renkli filmler hakkında, sadece kişisel denemelerimden yola çıkarak nacizane bir yazı yazmıştım. Şubat'tan bu yana en çok kullandığım film 200 ISO/ASA değerine sahip bayat (s.k.t.2012) Fuji Superia oldu. Açık havalarda da, kapalı havalarda da ışığın hakkını veren, orta/düşük grenli, bana göre gayet tatminkar bir film; bu yüzden de Fuji ya da Kodak'ın daha üst seviye filmlerine geçene kadar elimdeki stoktan devam etmeyi düşünüyorum.

Gel zaman git zaman, makinayı aldığımda üzerinde bulunan 50mm'lik ve 1.8 diyafram değerine sahip Canon prime lens yetmemeye başladı; derdim daha geniş ya da dar açılı, zoom yapabilen lenslere sahip olmaktı.
Insan Istanbul'da yaşayınca haliyle şehir fotografları manzara fotograflarının önüne geçiyor; şehir içinde de istediğiniz açıyı yakalamanız için elinizde size serbestlik tanıyacak lenslerinizin olması gerekiyor.

Sevdicekle makinalarımıza üç dört gün arayla sahip olduğumuzda aklımızda 50mm'liklerin yanına bir de 28mm'lik geniş açı bir lens eklemek vardı. Sirkeci'deki Hayyam Çarşısı'nda temiz bir şey ararken karşımıza Tokina'nın 28mm'lik 2.8 diyafram açıklığına sahip geniş açı lensi çıktı. Lensin temizliği ve fiyatının uygunluğu da kendisinde karar kılmamızda etkili oldu diyebilirim.

fotograf: allphotolenses.com

Bu lenslerle birer makara film bitirdikten sonra aldığımız sonuçlar 28mm'lik Tokina konusunda ne kadar doğru seçim yaptığımızı, 50mm'lik Canon'un ise beni kesmeyeceğini gösteriyordu. Her iki lens de gayet net fotograflar veriyor ancak Tokina'daki keskinlik ve fotografa kattığı ton gerçekten eşsiz. Bu ton kendini deniz ve gökyüzü fotograflarında aşırı derecede belli ediyor ve çok hoş. 

Lens ararken ana kriterim hep alacağım lensin makinamdan pahalı olmaması oldu. Bu günümüz teknolojisi için çok gereksiz bir inat olabilir ancak 30 yılını devirmiş ve git gide gerileyen bir teknoloji için kendimi biraz garantiye alma düşüncesi diyebilirim. Evet fotograf çekmek şu anda en büyük hobim ancak ben bunun başını alıp giden bir hobi yerine cüzi bir hobi olarak kalmasını istiyorum. 

28mm lensin kullanım rahatlığını ve kalitesini gördükten sonra aklımda bir zoom lens alma düşüncesi belirdi. Böylece aynı anda hem 28mm hem de 50mm taşımak zorunda kalmayacaktım. 28-70mm, 35-70mm, 35-105mm gibi seçenekler üzerinde durduktan sonra Hayyam Çarşısı'nı dolaştım ancak hem seçenekler kısıtlıydı, hem de fiyatlar cidden uçuktu. Sahibinden ve Gittigidiyor gibi sitelerde de umduğumu bulamayınca çareyi Ebay'de aramaya karar verdim ve kısa bir süre sonra Tokina'nın 28-70mm ve 3.5 diyafram açıklığına sahip lensini buldum. 

fotograf: allphotolenses.com

Almanya'da yaşayan satıcı bana lensi 1 haftada ulaştırdı; ürünü kusursuz paketlemiş, yanında parasoley bile göndermişti. Açıkçası sipariş verirken en büyük korkum lensin yolculuk esnasında darbeye bağlı zarar görmesi ya da bilerek hasarlı olarak gönderilmesiydi, neyse ki korkularım boşa çıktı. 

Şubat'tan bugüne fotograflarımın tamamına yakınını bununla çektim ve bana 50mm'lik lensimi unutturdu diyebilirim. Fotograf kalitesi ve kullanım rahatlığı olarak çok benimsedim ben bunu. Muadili olarak Sigma'nın ve yanlış hatırlamıyorsam Vivitar'ın bir lensini bulmak mümkün ancak Vivitar bu modelden çok daha pahalı, Sigma hakkında da hiç olumlu yoruma rastlamadım, dolayısıyla Tokina'da karar kılmak benim için zor olmadı.

Nedendir bilmiyorum, ülkemizdeki ikinci el fotograf makinası ve aksesuarları piyasası cidden fahiş fiyatlarda seyrediyor. Dükkanını ziyaret ettiğiniz, vitrini toz bağlamış bir satıcı kim bilir kaç yıldır elinde tuttuğu lens için çok uçuk fiyatlar talep ediyor, pazarlık payı bırakmıyor. Bunu Ebay'deki lenslerin temizliklerinden ve fiyatlarının uygunluğundan kolaylıkla anlayabiliyorsunuz. Bu hobiye gönül verenlere tavsiyem Ebay'e bakmadan kesinlikle lens almaya kalkışmamalarıdır, referansı yeterince yüksek bir satıcıdan kazıklanma ihtimaliniz son derece azdır.

Bir süredir kafayı fotograflardaki bokeh efektine takmıştım, bunun hakkında interneti arayıp tararken FD gövdeli lensler arasında 135mm'lik Canon'un bu konuda efsane olduğunu okudum. 135mm, portre çekimleri için ideal, oldukça dar açılı, titretmeye hiç gelmeyen ama bokeh efektinin de hakkını veren bir lens. 
Bu kafayı takmanın hayra alamet olmayacağını (!) bildiğimden vakit kaybetmeden Hayyam Çarşısı'nın yolunu tuttum ve Ebay'de gördüğüm fiyatların da altına Canon'un 135mm'lik 3.5 diyafram açıklığına sahip S.C. modeli lensini buldum. Bulmam yetmiyormuş gibi bir de aldım. 

fotograf: allphotolenses.com

Bir sonraki fotograf yazımı sadece bu lens ile çektiğim bol bokehli fotograflara ayırmayı düşünüyorum. Sonuçları şimdiden çok merak ediyorum. Makinamda şu anda taze bir Fujicolor C200 takılı, dolayısıyla fotografların keskinliği ve renklerin canlılığı yeni lens hakkında kesin bir fikir verecektir diye düşünüyorum. 

Üç silahşörler :D

Canon Av-1 ve elimdeki lenslerle çektiğim fotografları Instagram sayfamda görebilirsiniz.

18 Nisan 2016 Pazartesi

Film Festivali Haftası ve Karışık Kumpir Tadında Olup Bitenler

Son yazıyı yazmamın üstünden nasıl olur da 10 gün geçer anlamadım gitti. Anlaşılan bir hayli hareketli bir hafta olmuş.



Uzun zaman sonra tekrar Istanbul Film Festivali'nde değişik değişik filmler izlemek çok hoştu. 30'a yakın filmi beğenip, sonra bunları zaman çakışmaları ve imkansızlıkları yüzünden 10'a indirip, en sonunda 8'ine gitmek yazıyı yazmakta olduğum şu an itibariyle kendime gülmeme sebep olsa da yine de kendi açımdan tatminkar bir festival oldu diyebilirim.

Bu seneki festivalde dikkatimi en çok çeken şey, salonların çoğunlukla boş kalmasıydı. Bunda geçtiğimiz aylarda yaşanan bombalı saldırıların büyük payı olduğuna inanıyorum, lakin geçtiğimiz yıllarda hafta içi erken saatlerdeki filmlere bilet bulmak dahi zordu; bu sene filmden 10 dakika önce salon önü gişeden bilet satıldığına çokça şahit oldum. İnsanların zevklerinden/tutkularından can korkusu yüzünden vazgeçmek zorunda kaldıklarını görmek çok üzücü.

Bu seneki festivalde;

Otto Preminger'den "Aziz Jan"'ı seyretme fırsatı yakaladım ki bu film benim sinemada izlediğim ilk siyah beyaz film oldu aynı zamanda. Hem İtalyan Kültür Merkezi'nin salonunu da görme şansı yakalamış oldum. (Çok güzelmiş)

Üç Fransızca film seyrettim.
Biri "Florida"'ydı. Antidepresan kuşağındaki (!) film hüzünlü hikayesiyle zaman zaman iç burksa da başroldeki Mösyö Rochefort'un performansı muazzamdı. Yaşlı oyuncuların başrolde olup sürüklediği filmlere bayılıyorum.
Diğeri "Bir Kadın Bir Erkek"'ti. Son derece eğlenceli diyaloglara sahip bir filmdi. Yılların İskoçyalı'sı Christopher Lambert'i kadayıf görmek üzse de abimizin bakışları sertliğinden bir şey kaybetmemiş. Film sonlara doğru çok fena bir biçimde "Issız Adam"'a dönüştü, sevdicekle dalgasını yaparken çokça eğlendik.
Üçüncü film Türkçe'ye "Apartman Hikayeleri" olarak çevrilen, ancak orijinal adı "Asphalt" olan (ne alakası var??) bir filmdi. Festivalde izlediklerim arasında en eğlencelisi buydu, oldukça absürd olaylara gebe olan, iletişim krizleri bol bir filmdi.

Bilet aldığım her Istanbul Film Festivali'nde illa ki Irlanda veya Ingiltere'de geçen, ya da bu iki ülkenin yakın tarihine ışık tutan bir film izlemişim. Bu alanda yakaladığım istikrarı bu seferkinde de bozmadım.
"Brooklyn" 1940lar'ın Cobh (Irlanda) ve Brooklyn (Amerika) şehirlerinde geçen, çok tatlı bir dönem filmiydi bana göre. Başrolündeki Saoirse Ronan bende ciddi anlamda atanmayı bekleyen Kate Winslet izlenimi yarattı, umarım yolu açık olur.
Ingiltere'de geçen "Şehrin Şarkısı" ise beklemediğim ölçüde etkilendiğim, 2011'in Ingiltere Ayaklanmaları'nı baz alan bir filmdi. Festivalde izlediğim, konusu en ağır film buydu. Tavsiye ederim.

Belgesel kuşağından iki film seyrettim. Bunlardan ilki "Hitchcock / Truffaut" idi. Bu film/belgesel sayesinde Alfred Hitchcock'un önceden bilmediğim yönlerini keşfettim ve usta yönetmene ciddi anlamda hayranlık duydum diyebilirim. Filmlerinde dikkat etmediğim ya da benzer bakış açısıyla değerlendirmediğim birçok detayı da keşfetmiş olarak filmden keyiften dört köşe ayrıldım.
Belgesel kuşağında izlediğim ikinci film/belgesel "Ben Belfast'ım" oldu. Bu yapımda da Kuzey Irlanda'nın Belfast özelinde 70ler'de yaşadığı kanlı bağımsızlık mücadelesi ve şehrin zaman içinde geçirdiği sosyal, kültürel ve ekonomik değişimler ilginç bir şekilde ifade edilmişti. Düz bir belgeselin ötesine geçmesi çok hoşuma gitti.

Sevdiceğin yıllık iznine denk getirdiği film festivalini işte böyle, bir haftada bitirmiş olduk. Festival bahanesiyle bol bol gezip fotograf çektik, yedik, içtik hoş geçtik. Havaların güzel olması da açık havanın tadını çıkarmamızı sağladı. Araya bir de arboretum sıkıştırabilsek harika olacaktı, onu da daha güneşli bir aya bıraktık.

Bu hafta güzel bir okuma hızı yakaladım. Kuruluşunun 76. yıldönümünün anıldığı geçtiğimiz günlerde tesadüfen Can Dündar'dan "Köy Enstitüleri"'ni bir akşamda bitirdim, şimdiyse Cihangir'in dününü ve bugününü anlatan "Azıcık Cihangir" adlı bir kitabı okuyorum, bu da kısa sürede bitecek gibi; yazarın semtin geçmişinin bir parçası olmuş insanların anılarına birinci ağızdan bolca yer vermesi çok hoşuma gitti.

Bir kaç ay önce blogda yayınladığım okuma listesine tamamen uyabileceğimi sanmıyorum; sahaf ya da kitapçılarda bakınırken birkaç ilgi çekici kitap buldum ve onlara başladım,  sonra listedeki birkaç kitabın yazarına uyuz olduğum için o kitapları çıkardım falan. Blogun içişleri karışık anlayacağınız.

Canım bol bokehli fotograflar çekmek istiyor, bu sebepten dolayı bir iki gündür 135mm'lik lenslere kafayı takmış durumdayım. Sevdicekle birer filmimiz banyo ettirilmeyi bekliyor, hafta içinde yolum Sirkeci'ye düşerse o bahaneyle Hayyam Çarşısı'nı bir kurcalayasım var. :)

Böyleyken böyle, bu gecenin programı: İstiklal Marşı ve kapanış.

8 Nisan 2016 Cuma

Favori Oyun Müziklerim #2

İlk listenin üstünden aylar geçmişken arayı daha fazla açmamak adına ikinci TOP 10 listemi hazırlamak istedim. İlk liste ya da bu, birinci ya da onuncu şarkı, hiç farketmiyor; her oyunu ayrı zamanlarda oynadığımdan, oyunlarda duyup da aklımda yer eden her şarkı aynı güzellikte benim için. 

(Linklere tıklayıp parçaları youtube üzerinden dinleyebilirsiniz.)

Cihan'ın Favori Oyun Müzikleri, Seçki #2

1- "You Know How We Do It" by Ice Cube (Grand Theft Auto V)
2- "The Rub Al-Khali" by Greg Edmonson (Uncharted 3: Drake's Deception)
5- "The Gravewalker by Nathan Grigg (Middle Earth: Shadow of Mordor)
7- "Hunt or Be Hunted" by Martin Przybylowicz (The Witcher 3: Wild Hunt)

Gece Bülteni

Son zamanlarda çok olmasa da, yattıktan iki saat sonra uyanıp sabahı ettiğim gecelerden bir tanesindeyim sanırım. Ne masama oturacak, ne de tableti açıp özene bezene blog yazısı yazacak motivasyonum var; yattığım yerden telefonla serbest bilinç akışıyla yazmak istedim bu seferkini.

Buz gibi geçip giden Mart ayından sonra kendini Haziran, hatta Temmuz sanan bir Nisan ayı. Yaprak kımıldamıyor dışarda. Pencere aralık ama iç sıkıntısını gideremiyor. Gece uyuyamazsam gündüz hiç şansım yok. Neden mi? Sokağın başındaki apartman kentsel dönüşüm kurbanı oldu da ondan; hafta başından beri yavaş yavaş parçalanıyor. Önce pencereler, sonra kapılar, sonra hurda değeri görecek tüm artıkları söküldü, iki gündür de çatısındaki mini dozerle lime lime ediliyor. Tüm gürültüsü ve yıkıldıkça havaya karışan ıslak çimento kokusuyla canımı sıkıyor.

Bugün Fallout 4'te platin kupayı kazandım. Herhalde kişisel bilgisayar/konsol oyunculuğu tarihimin en büyük olayı oldu bu. Bir oyuncunun üstün hizmet madalyası alması gibi bir şey. Bunun bir de en sevdiğim iki oyun serisinden birinin son oyununda gerçekleşmiş olması apayrı bir mutluluk oldu. Platin kupa özetle, PlayStation'da oyun firmasınca belirlenmiş 50 farklı kıstasın tamamlanmasıyla kazanılan ve bir hayli mesai isteyen bir ödül. Oyuna 193 saat ayırmışım, kişisel rekorum sanırım.

Fotograf: wikipedia


Geçtiğimiz Çarşamba günü sevdiğime ulaşmak üzere bindiğim Eminönü-Beykoz vapurunda gün batımına yakın bolca fotograf çektim. Güneşli havalarda fotograf çekmek geneli bulutlu ve yağışlı geçen Mart ayı yüzünden tam bir saplantı halini almıştı, iyi geldi. Artık vapur fotografı çekmek istemiyorum, yeni ilgi alanım minik botlar ve yelkenliler. Önümüzdeki hafta fotograf turu planımız içinde Atatürk Arboretumu da var, umarım hava bozmaz.

Bugün hayatıma 20 yıl önce girmiş bir atlıkarıncanın bir iki kare fotografını çektim. O atlıkarıncaya zamanında ben de, kardeşim de defalarca bindik; hala aktif ve değişmemiş halde olması çok hoşuma gidiyor. Sayesinde bugün belli belirsiz birkaç çocukluk anımı hatırladım.
https://www.instagram.com/p/BD6RM36vJ7L/

Bu ayki Kafa dergisi çok güzel. Derginin demirbaş yazarlarının ciddi anlamda ritim tutturmuş olmaları her yeni sayıyı bekleme isteği uyandırıyor.

Akşamki iddaa kuponu çok pis kaçtı, 50.dakikada öne geçip sonra maçı kaybeden takımı aforoz listesine almayı düşünüyorum.

Ekşi sözlük olsun, twitter olsun, instagram olsun, bu aralar karşıma hep eski İstanbul'u anlatan şeyler çıkıyor; bugün Kafa'daki soru cevap bölümünde kendisini de görünce Mario Levi'nin "İstanbul Bir Masaldı" adlı kitabını yenisen okuyasım geldi, yarın kitaplıktan çıkaracağım.

Uyumayı deneyeceğim, şimdilik bu kadar.


3 Nisan 2016 Pazar

Heybeliada Büyükada'dan Daha Güzel

Blog açıp yaz(a)mamak zoruma gidiyordu, biraz hareketleneyim dedim.

Sevdicekle birlikte son ada gezimizi Ocak'ın sonunda, oldukça soğuk bir günde Büyükada'ya yapmıştık ve bu gezi bir süredir aklımızdaydı. Birkaç aydır, Canon AV-1 ve Lomo Fisheye makinalarımızla fotograflar çekiyoruz. Beyoğlu, Galata, Karaköy, Eminönü, Sirkeci, Beyazıt, Kadıköy derken son zamanlarda hep aynı şeyleri fotografladığımızı farkederek (benim vapur fotografları koleksiyonum var mesela, sevdicek de Galata Kulesi'ni çok seviyor) hem hava hem de mekan değişikliği babında Büyükada'yı seçmiştik. Fotografladığım Büyükada güzel bir yer, ancak fotograflamadığım Büyükada da bir daha gitmemi engelleyecek ölçüde itici. Bu yazıda neden Heybeliada'yı daha çok beğendiğimi anlatmak istediğimden çok uzatmadan kendisini kıyasladığım rakibinden bahsetmek istiyorum.



Büyükada, araçlardan arındırılmış olmasından dolayı şehir yaşamında boğulanlar için ciddi anlamda cazibe merkezi. İskelenin 50 metre çapındaki keşmekeş bölümden uzaklaştığınızda ciddi anlamda kafa dinleyebiliyor ve birbirinden güzel ahşap evleri fotograflayabiliyorsunuz. Ancak keşmekeş kısmı gerçekten çok can sıkıyor. Çarpık yapılaşma almış yürümüş durumda; iskeleye bakan tarafındaki otel ve restoran binaları adanın siluetini mahvediyorlar. Bunun yanı sıra, aşırı kalabalık bir çarşısı var ve bu kalabalık mini saat kuleli meydanından yukarılara kadar taşıyor. Ada resmen İstanbul'daki otellerde tatil (!) yapan Arap turistlerin günübirlik hizmetine sunulmuş durumda; esnaf Arap müşteriler dışındakilere suratsız ve kazıklamaya hazır.
İskele civarındaki yeme-içme alanları ayrı bir hikaye, hijyen bakımından pek umut vaadetmiyorlar ve içleri bol çocuklu ve gürültülü ailelerce işgal altında. Riske girmeyelim diyerek zincir olan Sultanahmet Köftecisi'ne gittiğimizde, bir masada üç Arap ve menüde yer almamasına rağmen ellerinde bira dolu bardaklar görüp şok olduk. (alkol ruhsatı??) Durumu garsona sorduğumuzda cevabımız bükülen bir boyun oldu. Anlayacağınız hizmette sınır yok. (alo maliye) İçkili balık restoranları iskelenin sağ tarafında yer alıyorlar ve fena görünmüyorlar, öğlen vakti zom olmamak için uzak durduk biz. :) Etrafta vızır vızır faytonlar dolanıyor, her yer at boku kokuyor.
Koskoca Büyükada'da bulabildiğimiz tek nezih yer, minik saat kulesinden yukarı doğru çıkarken sağ cenahta yer alan Kahve Dünyası oldu.
Hava şartlarından dolayı tepeye çıkamadık, ileride gidecek olursak tek motivasyonumuz bu olur gibimize geliyor. Gideceklere tek tavsiyem, iskeleden mümkün olduğunca uzaklaşmaları.

Dün gezdiğimiz Heybeliada, nüfus yoğunluğu adına Büyükada'dan hayli düşük. Arap turist yok. Sokakları çok daha sakin, evleri de en az Büyükada'dakiler kadar güzel. Burada çok daha az fayton var, iskele sırasınca daha çok et-balık restoranı var ve bunların tamamına yakını içkili mekanlar. Ilıman havalarda açıkhavada keyif yapmak için bire bir.

Heybeliada'ya gelmeden önce yaptığımız küçük bir internet araması sonucu aklımızda bir tek mekan vardı, o da Luz Kafe.

https://www.instagram.com/p/BDti4ixo3c7/?taken-by=banuhidirlar

Dışarda 4 tanecik masası olan, içi sizi gençliğinize, hatta çocukluğunuza götürecek eski eşyalar ve simgelerle bezeli ve oturma odası konseptinde olan bu şirin kafeye bayıldık. İçine kurutulmuş lavanta atılmış ev yapımı az şekerli limonatası da, bütün fındıklı browniesi de, damla sakızlı Türk kahvesi de muazzamdı. Yolumuz düşerse yine gideceğiz.


Evde hala jetonlarını sakladığım, çocukluğumun büyülü dünyası Fame City!

Yaşadığımız yerlerden uzaklara yola çıktığımızda aklımızda hem ilginç yerler görmek, hem de keyif yapmak ve karnımızı doyurmak için oturduğumuz yerlerde birazcık oraya özgü, fabrikasyondan uzak şeyler tatmak oluyor. Heybeliada'da bunu fazlasıyla bulduk ve çok hoşumuza gitti.

Mola sonrasında bolca fotograf çekme şansı bulduk. Bu adanın bir özelliği de, Deniz Lisesi'ni ve diğer askeriyeye ait alanları barındırması. Deniz Lisesi, biraz yukarısında oldukça kötü durumda ve çoğunlukla boş olan askeri lojmanlar, ve en tepede askeri gazino adanın iskelenin solunda kalan kısmını tamamen kaplıyor. Askeri tesislerin arkasında kalan güzel manzarayı fotograflamaya çalıştığınızda uzaktan düdükle uyarılıyorsunuz, ona göre. :)

Deniz Lisesi

Heybeliada sokaklarını bolca arşınladıktan sonra haliyle acıktık ve Büyükada'daki fiyasko ile karşılaşmamak adına düzgün bir lokanta aramaya koyulduk. Çok geçmeden, Çat Kapı adlı, ev yapımı köfte ve mantı yapan bir aile işletmesi bulduk, iyi ki de bulduk. Ayıptır söylemesi yediğimiz köfte de, pilav da, kızarmış patates de bize adadaki bir eve misafir olmuşuz hissi yaşattı. Burayı da listemize ekledik.

Akşama doğru hava iyice bozdu ve biz üşüdük. Dentur iskelesinin karşısındaki şirin bir kafede birer fincan çay içip ısındıktan sonra Büyükada'dan yola çıkacak vapurumuzu beklemeye başladık. Vapur geldi ama maalesef standart bir metrobüs gibi geldi; dop dolu! Haliyle Heybeliada'dan Kabataş'a kadar, vapurun durduğu Kınalıada ve Burgazada'dan aldığı yolcularla artan bir kalabalıkta ve ayakta yolculuk yapmak zorunda kaldık. Bu duruma düşmemek için en mantıklı yol, Dentur'un teknelerini kullanmak. Şehir Hatları vapurlarında kişi başı ücret 4.40 TL iken Dentur teknelerinde 6 TL ama hiç değilse rahat yolculuk şansınız var.

Böyleyken böyle. Keşmekeşe teslim olmamış olması ve otantik mekanlarıyla Heybeliada'yı daha çok sevdik biz. Havalar ısınınca rakı-balık için yeniden gitmek planlarımız arasında. :)

1 Nisan 2016 Cuma

Kısmet 1 Yaşında!

Başımın tatlı belası, hiç şaşmayan çalar saatim, ısırgan otum, yasak dinlemeyen evcil anarşistim, tüy yumağı oğlum Kısmet bugün bir yaşına girdi.

https://www.instagram.com/p/7LKeICPJxu/

Aslında elimize doğmadı Kısmet. Kendisiyle karşılaşmamız, 21 Haziran'da, Babalar Günü'ne denk gelmiş bir Pazar sabahına rastlıyor. Eve dönerken iki sokak köpeğinin köşede bir şeyle uğraştıklarını görüp, aslında onun o zamanlar 2 aylık olan cılız Kısmet olduğunu farketmiştim. Meğer bizimkini bir köşeye pıstırmışlar, kapmak için fırsat kolluyorlarmış. Kısmet ise hem çaresizlikten, hem de bitkinlikten olsa gerek belli belirsiz tıslıyordu. Köpekleri korkutup uzaklaştırdıktan sonra kediciğin yaralanmış olabileceğinden çok korkmuştum ancak ufaklığın burnunda küçük bir çizikten başka bir şeyi yoktu. Annesi etraftadır, saklandığı yerden çıkıp yavrusunu götürür diye beklerken ve benden de korkup kaçar diye umarken bir anda kucağıma tırmanıp kafasını gömecek yer aramaya başladı! Olacakların habercisi gibi bir şeydi bu.

Sokak hayvanlarının hallerine hep üzülürüm. Günü kurtarabilsinler diye elimden geldiğince su ve yiyecek vermeye çalışırım ancak içlerinden birini sahiplenip rahat bir yaşam sağlama sorumluluğunu kendimde hiç hissetmemiştim, ta ki bu sihirli ana dek. Bir dakikadır kucağıma kurulan bir kedi yavrusu çoktan guruldamaya, elimi kolumu yalamaya başlamıştı bile. Kirli ve sefil haline o kadar üzülmüştüm ki, ne üzerimi leş gibi yapmasını ne de tüyleri arasından seçilen pirelerini umursamamıştım.

Eve geldiğimizde aklımda olan ilk şey ılık bir banyo ile yavrucağı kirlerinden ve pirelerinden kurtarmaktı. Ilık suyu hazırlayıp kendisini su dolu kabın içine oturttuğumda Kısmet kediliğini yaptı ve sudan kurtulabilmek adına elimi kolumu tırmık içinde bıraktı ancak bu kısacık sürede dahi kurtulduğumuz pire adedi muazzamdı. En azından tüylerini kaldırdığımda pire görmüyordum ancak tamamen kurtulamadığımızı da biliyordum.

Önüne evdeki ilk yemeğini koyduğumdaki o kıtlıktan çıkmışlık hallerini asla unutamayacağım sanırım. Nefessiz kalırcasına yemeğe saldırması, sık sık kafasını kaldırıp etrafı kolaçan etmesi derken iki aylık kedi önündeki tabağı silip süpürmüştü bile. Yemek bittikten sonra yine gurul gurul sesler çıkarıp kucağıma zıplaması, bizi bekleyen günlerin habercisi gibiydi adeta.

Ben yorucu geçen bir gecenin ardından işten dönmüştüm, o ise kim bilir nasıl can havliyle kaçıp da yorgun düşmüştü. Evdeki ilk gününden beri kendisine ait olan yün bebek battaniyesini (aynı zamanda benim de bebeklik battaniyem oluyor) genişçe bir kaba koyup yatağını hazırlamış, yorgunluktan bitap bedenimi de yatağa bırakıvermiştim artık. Yatağa yattıktan kısa bir süre sonra kedicik yerinden kalktı, pıt diye koynuma kurulup uykuya dalıverdi! O anda ihtiyacı olan tek şey ne yemek ne uykuydu; sadece huzur arıyordu. O günde ve ilerleyen günlerde, haftalarda ve aylarda, büyüdükçe koynumda uyumaları azalsa da ayak ucumda ya da bacaklarımın üzerinde uyumaları hiç bitmedi Kısmet'in.

https://www.instagram.com/p/4Mge7iPJ0A/

O mışıl mışıl uyurken benim uykum kaçmıştı; ne yiyecekti, çişini-kakasını nereye yapacaktı?? Doğru düzgün uyumadan giyinip, çevredeki en yakın veterinerin yoluna düşmüştüm bile. Dönüşteyse bir elimde kedi kumu ve kum kabı, diğer elimde de taşıma kabı kuru maması vardı. Ertesi güne ilk aşıları için randevu bile almıştım hatta.

İlk gününde çoğunlukla uyudu Kısmet. Ara ara uyandı, kaşındı, mamasının tadına baktı, yine kaşındı, yalandı, uyudu. Tuvalet terbiyesi var mıdır bilemediğimden, internetten izlediğim "kedi kumuna nasıl alıştırılır?" videoları sonrasında kendisini kum kabına koyup ellerimle patilerini kuma eşelettim ve kendi haline bıraktım. Bizimki kabından çıktı, etrafına şöyle bir bakındı, kabı ve kumu uzun uzun kokladıktan sonra içine girip kumunu eşeledi ve keçi boku kadar olan ilk kakasını yapıverdi! O an evin içindeki "ayy kumuna sıçtı!" temalı sevinç nidaları görülmeye değerdi doğrusu! Tuvaleti konusunda o günden bugüne bir kez olsun sorun yaratmadı, inat olsun diye yatağıma işemedi. :) Bazen kumunu gereğinden fazla eşeleyip iş çıkarsa da canı sağolsun diyip geçiyorum.

İkinci günümüzdeyse sabahtan veterinerin yolunu tutma zamanı gelmişti. Veteriner teşhisiyle yaklaşık 2 aylık olduğu kabul edilen Kısmet'in doğum günü de 1 Nisan olarak o gün tescillendi. :) İç parazit iğnesi yapılan ve ensesine dış parazit damlası damlatılan Kısmet ilacın etkisiyle 8-9 saat kadar aralıksız uyudu o gün. Kuruntudan iki kez veterineri arayıp adamı bıktırdığımı hatırlıyorum. :)

https://instagram.com/p/4sh6isvj8l

İlerleyen günlerde çok hızlı toparladı ve büyüdü Kısmet. Pireleri yok oldu, parazitlerden şişmiş karnı normale döndü, tüyleri gürleşti, kilo aldı. Yaklaşık iki aylık sürede 1.2 kilodan 3 kiloya ulaştı. Haftada bir verdiğimiz (sonraları günde bire hatta ikiye kadar çıktı bu) yaş mamaya ve arada tadımlık ton balığına bayıldı, sıcak havaların etkisiyle fil gibi su içip şırıl şırıl işedi, yüzünü ekşite ekşite yoğurt yedi, yoğurdun etkisiyle de uzuuun güzellik uykularına yattı.

https://instagram.com/p/46TfUFPJ9z

Bu yazının daha kapsamsız hali aslında ekşi sözlük'te de mevcut. O yazıyı Kısmet henüz 4,5 aylıkken yazmıştım ama burada, kendi genele açık özel alanımda kediciğimin bir yıllık kişisel tarihi olsun diye tek yazıda birleştirmek istedim.

Adının neden Kısmet olduğuna gelince; bir pazar sabahı karşınıza çıkması yetmiyormuş gibi bir de bir daha ayrılmamacasına kucağınıza yapışıveren bir kediye Yumak adı koyacak değildim herhalde?! :)

İşin aslı; geldiğinden beri uzunca süredir monoton olan hayatıma renk kattı bu hayvancağız, ciddi anlamda yaşama sevinci ve bir canlıyı beslemenin değil "bakmanın" sorumluluğunu aşıladı. Monoton yaşantım yüzünden gerileyen sağlımı düzeltmek adına gereken motivasyona da çok ciddi katkısı oldu. Ayrıca bana iyi şans getirdiğine de inanıyorum çünkü kendisinden bir ay sonra, bir süre sonra sevdiceğim olacak insanla tanıştım. :)

Mutlu bir Kısmet nasıl olur? Cevabı:
https://instagram.com/p/5FwsVtvJ_p

Bu kadarlık kısmı sözlükte de mevcut. Geçtiğimiz Ağustos ayından bu güne neler oldu peki?

Hızla büyümeye devam etti kerata. Meraklı gözleriyle her daim bir hinlik peşinde, keyfine düşkün, yemek arsızı bir tüy yumağı haline geldi. Yeri geldi telefondan, yeri geldi Playstation'dan kıskandı, telefonla konuşurken ayağımı dişlerken oyun oynarken Playstation'ın üzerine uzandı.

https://www.instagram.com/p/67Rtr3vJ_Z

Sözlükteki yazıdan yaklaşık 20 gün sonra, 10 Eylül'de oğluma nazar değdi; evde tek başınayken hem sol kalça kemiğini çatlatmayı, hem de yine sol arka ayağındaki patella'yı (diz kapağı gibi düşünün) yerinden çıkarmayı başardı. Buna ne sebep oldu, hiçbir fikrimiz yok. Aklımıza gelen en kuvvetli ihtimal, o zamanlar çok sevdiği perde tırmanışlarından birinin bir mobilya köşesine çarparak ve yere düşerek sonuçlanmış olabileceği. Eve geldiğimde yatak altında acı içinde miyavlıyordu ve ben onu ilk kez bu halde görüyordum. Arka ayaklarını kıpırdatmıyor, sürekli ellerimi yalıyordu. Binbir güçlükle kabına koyup veterinere götürdüğümde, hayvan kokularından dolayı aşırı gerildiği veterinerde iyice huysuzlandı. İki iğneyle ancak sakinleşip bayılan Kısmet'in röntgen filmleri kötü haberi veriyordu; ameliyat edilecekti.

Kısmet o günü veterinerde bakım odasında geçirdi, ertesi gün de hem kalça kemiğine platin takıldı, hem patella'sı yerine oturtuldu hem de ve nekahat döneminde olacağı hareketsiz başka bir zaman yakalamak zor olacağından kısırlaştırılma operasyonu yapıldı. Nekahat dönemi dediğime bakmayın, kemik ucu olmasından ve bana göre yanlış dikişlerden dolayı 3 kez dikişlerini patlattı, yarası enfeksiyon kaptı. Eve döndüğünde gereğinden fazla hareket etmekte inat etmesinin de payı vardı bunda. Bu yüzden yaklaşık 20 günü veterinerde yatarak geçti.



Günler haftaları, haftalar ayları kovaladı. Kısmet iyileşme döneminde olduğundan yemek anlamında iyice şımartıldı, kendi mamaları yetmezmiş gibi bir de bizim yediklerimize ortak oldu. Büyüdükçe büyüdü. Eskiden tek elle kucağa alınan kısmet şimdi iki elle zor tutulan, kucağa sığmayan bir cengavere dönüştü. Ameliyat yarası da zamanla kapandı, dışarıdan görülmez oldu. O günlerden geriye sadece hafif bir aksaklık kalmıştı ancak büyüdükçe onun da kaybolduğunu görüyorum. Eski çevikliğini geri kazanan Kısmet, cüssesine rağmen evi birbirine katmaya devam ediyor.

https://www.instagram.com/p/_9zzI_vJym/

Peki Kısmet nelerden hoşlanır? (magazin programı sorusu gibi)

Efendim Kısmet yeri doldurulamaz bir şekilde yemek yemekten hoşlanır. Mama onun için küçükken vik vik, biraz daha büyükken mek mek ve şu anda da mav mav olarak ifade edilmektedir. Vedat Milor tabağa nasıl saldırıyorsa Kısmet de mamasına öyle saldırır. Kuru mamasını diğer yaş mamalı seçenekleri bulamazsa bayıla bayıla yer, bulabildiği zamanlardaysa açlıktan ölüyor taklidi yapar. Yaş mama için yapamayacağı şaklabanlık ve duygu sömürüsü yoktur. Sabah 07:30 hiç şaşmaz uyanma ve kendisine mama vermesini uygun gördüğü kişiyi uyandırma saatidir. Siz huzur içinde uyurken artarak yaklaşan bir guruldama, sonra yüzünüzde kedi bıyıkları ve en sonunda da ağzınızı yüzünüzü yalayan bir dil hissedersiniz, yapmanız gerekeni biliyorsunuzdur. Balık sevmez, tavuk sever. Tavuğun her türlüsü kabulüdür, teklif etmenize gerek yoktur. Reçel sevmez bal sever. Abur cubur ailesinden her türlü kek, çikolata, un kurabiyesi, gofret, fındık ve baharatsız krakerler yanında yenmemesi gereken, yeniyorsa da ucundan tattırılmadan burnunuzdan itinayla getirilecek gıda maddeleri arasındadır.

https://www.instagram.com/p/BAfwnSjPJ1o

Kısmet cama çıkmaya bayılır. Salon camında kendisine özel ayrılmış, üçüncü kattan sokaktaki her türlü vukuatı bizzat takip etmesine yarayacak bir adet oturma alanı mevcuttur. Burada gündüz saatlerinde güneşlenip pişmeyi çok sever. Aynı zamanda cam kenarına konan, güvercin ve kumrular için ıslatılmış ekmekleri saklandığı yerden fırlayarak yedirmemek de hobileri arasındadır. Bulunduğu bu noktadan kaldırılmayı kati suretle affetmez, dişini geçiremezse tırnağını mutlaka geçirir.

Kısmet 10 aylık ev macerasında türlü oyuncakla eğlendirilmeye çalışılmış, ancak hiçbir oyuncağa paket lastikleri kadar derinden sevgi beslememiştir. Paket lastiğiyle saatlerce oynamaya, onu havaya atıp tutmaya, patisi ve ağzıyla germeye bayılır. Bebekliğinden bu yana ona yarenlik eden peluş maymunuyla güreşmeyi kendine spor olarak belirlemiştir. Maymunla yuvarlanmalar, ısırık içinde bırakmalar, kolundan bacağından kapıp oda oda gezdirmeler, hepsi Kısmet'tedir. Oyuncak topların peşinden koridor boyunca koşup kendini formda tutmayı da ihmal etmez.

Kısmet bu yazının yazarı babasıyla oynamaya da bayılır. Evdeki bir numaralı oyun arkadaşı bendeniz ile bıkmaksızın saklambaç oynamak, oyuna davet amaçlı önüme oyuncak atmak, sevmek için yaladığını sandığım elime ısırık atmak vazgeçemediği aktivitelerdendir.

https://www.instagram.com/p/9J7u0IvJ0b

Kendisi hakkında daha çok şey yazabilirim ve bunun bir sınırı yok. Birlikte geçen 10 ayda hayatımın bir parçası olan bu sevgi yumağıyla iki tanımın da içini dolduracak kadar acı ve tatlı günlerimiz oldu. Şu anda her şeyden habersiz bir şekilde, yanımda horul horul uyumakla meşgul. Umarım daha çook uzun yıllarımız birlikte ve sağlıklı geçer.

Doğum günün kutlu olsun Kısmet, bugün mamalar çift porsiyon. :)