18 Nisan 2016 Pazartesi

Film Festivali Haftası ve Karışık Kumpir Tadında Olup Bitenler

Son yazıyı yazmamın üstünden nasıl olur da 10 gün geçer anlamadım gitti. Anlaşılan bir hayli hareketli bir hafta olmuş.



Uzun zaman sonra tekrar Istanbul Film Festivali'nde değişik değişik filmler izlemek çok hoştu. 30'a yakın filmi beğenip, sonra bunları zaman çakışmaları ve imkansızlıkları yüzünden 10'a indirip, en sonunda 8'ine gitmek yazıyı yazmakta olduğum şu an itibariyle kendime gülmeme sebep olsa da yine de kendi açımdan tatminkar bir festival oldu diyebilirim.

Bu seneki festivalde dikkatimi en çok çeken şey, salonların çoğunlukla boş kalmasıydı. Bunda geçtiğimiz aylarda yaşanan bombalı saldırıların büyük payı olduğuna inanıyorum, lakin geçtiğimiz yıllarda hafta içi erken saatlerdeki filmlere bilet bulmak dahi zordu; bu sene filmden 10 dakika önce salon önü gişeden bilet satıldığına çokça şahit oldum. İnsanların zevklerinden/tutkularından can korkusu yüzünden vazgeçmek zorunda kaldıklarını görmek çok üzücü.

Bu seneki festivalde;

Otto Preminger'den "Aziz Jan"'ı seyretme fırsatı yakaladım ki bu film benim sinemada izlediğim ilk siyah beyaz film oldu aynı zamanda. Hem İtalyan Kültür Merkezi'nin salonunu da görme şansı yakalamış oldum. (Çok güzelmiş)

Üç Fransızca film seyrettim.
Biri "Florida"'ydı. Antidepresan kuşağındaki (!) film hüzünlü hikayesiyle zaman zaman iç burksa da başroldeki Mösyö Rochefort'un performansı muazzamdı. Yaşlı oyuncuların başrolde olup sürüklediği filmlere bayılıyorum.
Diğeri "Bir Kadın Bir Erkek"'ti. Son derece eğlenceli diyaloglara sahip bir filmdi. Yılların İskoçyalı'sı Christopher Lambert'i kadayıf görmek üzse de abimizin bakışları sertliğinden bir şey kaybetmemiş. Film sonlara doğru çok fena bir biçimde "Issız Adam"'a dönüştü, sevdicekle dalgasını yaparken çokça eğlendik.
Üçüncü film Türkçe'ye "Apartman Hikayeleri" olarak çevrilen, ancak orijinal adı "Asphalt" olan (ne alakası var??) bir filmdi. Festivalde izlediklerim arasında en eğlencelisi buydu, oldukça absürd olaylara gebe olan, iletişim krizleri bol bir filmdi.

Bilet aldığım her Istanbul Film Festivali'nde illa ki Irlanda veya Ingiltere'de geçen, ya da bu iki ülkenin yakın tarihine ışık tutan bir film izlemişim. Bu alanda yakaladığım istikrarı bu seferkinde de bozmadım.
"Brooklyn" 1940lar'ın Cobh (Irlanda) ve Brooklyn (Amerika) şehirlerinde geçen, çok tatlı bir dönem filmiydi bana göre. Başrolündeki Saoirse Ronan bende ciddi anlamda atanmayı bekleyen Kate Winslet izlenimi yarattı, umarım yolu açık olur.
Ingiltere'de geçen "Şehrin Şarkısı" ise beklemediğim ölçüde etkilendiğim, 2011'in Ingiltere Ayaklanmaları'nı baz alan bir filmdi. Festivalde izlediğim, konusu en ağır film buydu. Tavsiye ederim.

Belgesel kuşağından iki film seyrettim. Bunlardan ilki "Hitchcock / Truffaut" idi. Bu film/belgesel sayesinde Alfred Hitchcock'un önceden bilmediğim yönlerini keşfettim ve usta yönetmene ciddi anlamda hayranlık duydum diyebilirim. Filmlerinde dikkat etmediğim ya da benzer bakış açısıyla değerlendirmediğim birçok detayı da keşfetmiş olarak filmden keyiften dört köşe ayrıldım.
Belgesel kuşağında izlediğim ikinci film/belgesel "Ben Belfast'ım" oldu. Bu yapımda da Kuzey Irlanda'nın Belfast özelinde 70ler'de yaşadığı kanlı bağımsızlık mücadelesi ve şehrin zaman içinde geçirdiği sosyal, kültürel ve ekonomik değişimler ilginç bir şekilde ifade edilmişti. Düz bir belgeselin ötesine geçmesi çok hoşuma gitti.

Sevdiceğin yıllık iznine denk getirdiği film festivalini işte böyle, bir haftada bitirmiş olduk. Festival bahanesiyle bol bol gezip fotograf çektik, yedik, içtik hoş geçtik. Havaların güzel olması da açık havanın tadını çıkarmamızı sağladı. Araya bir de arboretum sıkıştırabilsek harika olacaktı, onu da daha güneşli bir aya bıraktık.

Bu hafta güzel bir okuma hızı yakaladım. Kuruluşunun 76. yıldönümünün anıldığı geçtiğimiz günlerde tesadüfen Can Dündar'dan "Köy Enstitüleri"'ni bir akşamda bitirdim, şimdiyse Cihangir'in dününü ve bugününü anlatan "Azıcık Cihangir" adlı bir kitabı okuyorum, bu da kısa sürede bitecek gibi; yazarın semtin geçmişinin bir parçası olmuş insanların anılarına birinci ağızdan bolca yer vermesi çok hoşuma gitti.

Bir kaç ay önce blogda yayınladığım okuma listesine tamamen uyabileceğimi sanmıyorum; sahaf ya da kitapçılarda bakınırken birkaç ilgi çekici kitap buldum ve onlara başladım,  sonra listedeki birkaç kitabın yazarına uyuz olduğum için o kitapları çıkardım falan. Blogun içişleri karışık anlayacağınız.

Canım bol bokehli fotograflar çekmek istiyor, bu sebepten dolayı bir iki gündür 135mm'lik lenslere kafayı takmış durumdayım. Sevdicekle birer filmimiz banyo ettirilmeyi bekliyor, hafta içinde yolum Sirkeci'ye düşerse o bahaneyle Hayyam Çarşısı'nı bir kurcalayasım var. :)

Böyleyken böyle, bu gecenin programı: İstiklal Marşı ve kapanış.

1 yorum:

Günün Notları dedi ki...

Ellerinize sağlık efem, yine pek güzel yazmışsınız, okumalara doyamadım! :))