31 Mayıs 2016 Salı

Elveda PayPal

Dünyadaki en yaygın çevrimiçi para alışverişi sistemi olan PayPal'a BDDK'dan lisans talebini geri çevirerek 6 Haziran 2016 itibariyle kapıyı göstermek akıl alır şey değil.
 
Uluslararası rakibi bile olmayan, dünyanın birçok para birimini kullanarak neredeyse kendine ait banknotu olmadan para birimi haline gelmiş kilit bir firmanın hangi akla hizmet Türkiye'den lisans alamadığını az çok tahmin edebiliyor insan. 

PayPal'un işlevsizleştirilmesindeki amaç, bir rakip yaratmaktan çok hem PayPal vasıtasıyla ülkeden çıkan ve kısa vadede geri dönmeyen (internet alışverişleri), dönse de müdahale edilemeyen parayı, hem de PayPal'un bu transferler yoluyla elde ettiği komisyonları engellemek gibi görünüyor. Bu sayede insanların cebindeki parayı ülke içinde dolaşımda tutmayı mı umuyorlar yani? "Sadaka sarayda kalsın" mantığıyla cari açığın azaltılması mı hedefleniyor? Bunun en bariz örneği geçtiğimiz Nisan ayında tanıtılan TROY sistemi; Visa ve Mastercard'ın yerini alması amaçlanıyor. Yurtdışında hiçbir geçerliliği olmayan, tamamen yurtiçi kart harcamalarındaki komisyonlara talip "yerli ve milli" bir sistem. Hedef kitlesi de hazır, mis gibi.  
 
Internetten ne satarsanız ya da alırsanız fark etmez, eğer PayPal ile ödeme seçeneği yoksa riske giriyorsunuz demektir. Olası bir dolandırıcılıkta PayPal'un garantörlüğü yerine bankanızın dolandırıcının bankasına yollayacağı formalite faksa kaldınız demektir. Bunun götürüleri buradan yurtdışına ürün ya da hizmet satan herkes tarafından çok şiddetli hissedilecek, birçoğu da işinden olacaktır.

Paypal yoluyla ödeme yaparak ürün tedarik eden ve bunların yurtiçinde satışını yapan insanlar ya da internet siteleri bu yokluktan son derece olumsuz etkilenecekler; tedarik zinciri bozulacak, satıcıya güven azalacak ve yurtiçinde artık bulunamayan ürünler gereksiz yere kıymete binecek. Alıcı kısmında sebep olacak sıkıntılara girmeye bile gerek yok.  
Peki ya yurtdışına serbest çalışan (freelance) insanlar? Emeklerinin karşılığını PayPal'a kayıtlı bir e-posta adresiyle almak varken şimdi sanal pos mu açmak zorunda kalacaklar, yoksa iban ve swift karmaşasıyla mı uğraşacaklar? Neresinden baksanız elde kalıyor.

Ben bugüne dek PayPal'un hep ev tipi internet alışverişçisi klasmanında yer aldım. Ebay'den burada fahiş fiyatlara satılan küçük ama kullanışlı ürünleri 1-2 şişe su parasına, Amazon'dan burada olmayan kitapları indirimli, DealXtreme'den kablo, aparat, yedek parça gibi ürünleri bedava kargoyla, Godaddy'den bu sitenin alan adını, Playstation Network'ten Plus üyeliğimi ve ön ödemeli kartları satın aldım. Bu alışverişlerde her bir satıcıya tek tek kredi kartı bilgilerimi vermek yerine PayPal'u kullandım ve neredeyse 10 yıla yakındır da hiç sorun yaşamadım. 
Bundan sonra bunların hiçbirini yapamayacağım gibi. Peki ne yapacağım? Burada bulamadığım, bulsam da paramın yetmediği şeyleri yurtdışından nasıl getirteceğim? Bu soruların cevabını PayPal'u Türkiye'den uzaklaştıranların umursadığını hiç sanmıyorum.

Yerli ve yabancı internet sitelerinin TİB aracılığıyla keyfe keder engellenmesi, internet sitelerinin vergi bahane edilerek Twitter ve YouTube örneklerinde olduğu gibi kapatılma tehdidiyle şirket kurmaya zorlanmaları, PayPal gibi yaygın uluslararası para transferi aracının lisans alamadığı için ülkedeki faaliyetini sonlandırmak zorunda kalması, Visa ve Mastercard'a muadil sistem kurulması, ülkeden el çektirilen yabancı kuruluşlar ve artık yabancı medyaya bile yapılan baskılar aklıma tek bir soruyu getiriyor; 

artık kapalı rejim mi hedefleniyor?

26 Mayıs 2016 Perşembe

Fotograftan Bir Hayal


Gün içinde hem Balat hem de Eminönü sahilinde, hem gidiş dönüş Eminönü-Kadıköy, hem de Kanlıca'ya giden vapurda bulununca denize duyduğum hayranlık da depreşti.
Instagram'a uzunca süredir her gün 1 tane fotograf yüklüyorum, tamamına yakınını da filmli fotograf makinamla özene bezene çektiğim fotograflardan seçiyorum. Bugün denizle bu kadar haşır neşir olunca içimden bunu yüklemek geldi.

Mayıs'ın 7'sinde çektim bu fotografı. Yeşilköy sahilinden. O günün akşamında sevdicekle Tiyatro Festivali kapsamında Aslan Asker Şvayk'ı da izleyeceğimizden hem günü değerlendirmek, hem O'na daha önce gelmediği ve çok merak ettiği Yeşilköy sahilini göstermek, hem de çocukluğumda çok kereler getirildiğim bu yerde anılarımı tazelemek için ideal fırsattı. Anılarımı tazeleme hususunda sevdicekten inanılmaz bir jest de gelince günün güzelliği bir anda katlanıverdi.

Kimse bilmez; ben bisiklete binmeyi bu sahilde öğrendim. Sahile çıkan çimenli bayırdan, ben bisikletin üstünde dengede durmaya çalışırken habersiz bir şekilde aşağı itilerek hem de. O gün dizlerimden aşağısı yara ve çizik içinde kalmıştı ama sonunda bisiklete binmeyi de öğrenmiştim. Çocukluğumda da şimdi olduğum gibi tombiktim, dolayısıyla kolay inip bineyim diye kız bisikleti olarak bilinen, üst demiri olmayan bisikletlerden almışlardı bana. Adı da Dino'ydu hatta. :) Mor'dan beyaza geçen boyası, beyaz tekerlekleri, dinamoyla çalışan ön ve arka farları, araba koltuğundan hallice selesi, kromajlı gidonu ve ikiye katlanabilmesiyle çocukluğumun kabusu, Allah'ın cezası bisikletim Dino. Kendisine olan nefretimden çok hoyratça kullandım onu, dağa taşa çarptım, sürttüm, lastiklerini patlattım, fren tellerini kopardım, artık üzerinde sırıtacağım boyuta ulaştığımda da apartmanın deposunda çürümeye terk ettim. Birkaç yıl sonra ilkokulu takdirle bitirince 26" jantlı bir Bianchi aldırıp karizmayı düzeltmiştim arkadaşlar arasında. Bisiklet maceralarıma ilerleyen yazılarda değinebilirim, şimdilik bu kadar. :)
Biz o gün sahil boyunca yürüyüp bir sürü fotograf çektik, ağaç altı bankta oturup müthiş havanın ve etrafta olan biten güzel şeylerin tadını çıkardık.

Bu fotograftaki yelkenliyi fotografını çekeceğim kadar ilginç kılan sanırım denizdeki yalnızlığı oldu. 135mm'lik lensimle bile bu kadar uzak gözükmesinden kıyıdan ne kadar açıkta olduğu anlaşılıyordur sanırım.
Kendimi ve sevdiğimi bir an o yelkenlinin içinde, açık denizde hayal ettim. İnsanlıktan, şehirlerin kaosundan uzakta, iyot kokusunun insanın içine işlediği hafif esintili bir havada, üstümüzde uçan üç kuşun seslerinden başka bir şeyin duyulmadığı bir denizde. Yelkenlinin gövdesine vuran zayıf dalgaların çıkardığı o iç okşayan ses, şehir kalabalığının kulaklarımızda yarattığı kirleri temizlemeye çalışıyordu sanki. Rüzgarın kendini yavaş yavaş hissettirmesiyle yelkenleri açıp uzunca bir yolculuğa çıkıyorduk. Umarım bir gün bu hayalimi gerçekleştirebilirim.

Yelkenliler oldum olası motorlu teknelerden daha karakterli gelmiştir bana. Halihazırda bir motoru olmasına rağmen "fair winds and following seas" ("usul rüzgarlar ve yarenlik eden sular" olarak çevirmek istedim bunu) denizci mottosuna yaraşır şekilde, yelkenini açtığında sizi uzaklara götürebildiği kadar götürecek kudrette bir cengaver gibidir yelkenli. Dalgalara diğer tekneler kadar dayanıklı değildir belki, yelkenlerini iyi yönetmezseniz başınıza olmayacak işler açacak kadar da nazlıdır ama dedim ya, rüzgarı arkasına aldığında insanı Homer'in Odyssey'indeymiş gibi hissettirir.

Bir başka fotograf hayalinde görüşmek üzere.

24 Mayıs 2016 Salı

Olan Biten

Son yazımı yayınladığım 19 Nisan'dan bu yana nasıl bir kafayı toparlayamamaysa artık, üstünden bir ay geçtikten sonra bu yazıyı ancak yazabiliyorum.

En son, yeni sahip olduğum 135mm'lik lensi deneyeceğimi yazmıştım; denedim. Bol bol denedim hem de. Keskinliği ve bokehleri beklentilerimi fazlasıyla aştı. Sevdicekle fotograf gezilerine çıkarken yanımdan ayıramadım.


Tam bu lensle fotograf çekmenin keyfine varmışken çok sürpriz bir biçimde Canon'un 50mm f/1.4 SSC lensine elimdeki 50mm'yi üstüne cüzi bir miktarla takaslayarak sahip oldum. Bu aralar gözdem oldu desem yeridir. Düşük ışık ve yakın çekim rahatlığı, 135mm lensimden dahi keskin fotograflarıyla hastasıyım.


Açıkçası 50mm ve diğer dar açılı lensler eski Zenit deneyimimden bu yana bende önyargı oluşturmuşlardı. Yakalamak istediğin kare için yerini değiştirmek zorunda olmak, yaklaşamamak, detayları yakalayamamak gibi nedenlerden ötürü ilk fırsatta bir 28-70mm lens almıştım. Ancak zamanla prime lenslerin keskinliği ve özellikle portre çekimlerini zevkli hale getirmeleri fikrimi değiştirmeme sebep oldu. Ayrıca yakın zamanda okuduğum bir fotografçılık kitabının da hakkını vermem gerek; hem ufkumu açtı, hem de doğru bildiğim yanlışlardan kemikleşmeden dönmemi sağladı.


Kitap, hem tanınmış fotografçılardan küçük ipuçlarıyla, hem de ünlü fotograflarda kullanılmış tekniklerden bahsetmesiyle amatör fotografçılığa gönül verenler için ideal bir başlangıç rehberi. Bunun bir de portre fotografçılığı için olanı var ancak sanırım henüz Türkçe'ye çevrilmedi, raflarda göremedim.

Filmlere gelince; sevdicekle bir süredir müthiş bir fiyat performans ürünü olan Fuji Superia filmleri kullanıyoruz. Maalesef, hem film aldığımız hem de tab ettirdiğimiz fotografçımız elindeki stokların tükendiğini söyledi ve yıkıldık. Elimizde halen 14-15er adet mevcut ancak yerlerini kolay kolay doldurabileceğimizi sanmıyorum. Arayışlardayız. :( 

Mayıs başında bir anlık hevesle, hazır filmim de yeni bitmişken bir tane Kodak Ektar alayım dedim. Superia filmlerden 7-8 kat pahalı olması haliyle kendisinden beklentimizi epey yükseltti. Sonuçları çok beğendim, güneşte parlayan renkleri, bilhassa kırmızı tonları birkaç kat daha parlatan, neredeyse grensiz bir film. Ancak pahalı ve Superia'dan vazgeçmemize sebep olacak kadar müthiş değil. İleride belki yine kullanırım. 


Nisan ayında İstanbul Film Festivali çok hoştu, bir sonraki hafta Resim Müzesi'ni ziyaret edip Ayvazovski'ye hayran kaldık. Mayıs ayının başında Tiyatro Festivali kapsamında Aslan Asker Şvayk'ı izledik ve çok beğendik, elimizdeki diğer iki oyun biletini ise daha cazip planlar sonucu yaktık. :) Mayıs ayı fotograf açısından oldukça verimli geçti. Yeşilköy, Çengelköy, Kandilli, Burunbahçe, Poyrazköy semtlerinde bolca vakit geçirip hem güzel havanın tadını çıkardık hem de bolca fotograf çektik. Güzel havaları çok özlemişiz. 

İnsanın sevdiğinin aynı zamanda en iyi arkadaşı haline gelmesi çok güzel şeymiş. Hayatımda ilk kez tattım bu hissi sayesinde. On aydır tanıdığım, dokuz aydır da sırılsıklam aşık olduğum kadının hayatımda kapladığı yer büyüdükçe içimi tarifsiz bir mutluluk kaplıyor. Yol arkadaşı, sır küpü, dert ortağı, ruh ikizi; O'ndan bahsederken birbirinden ayıramayacağım tanımlar bunlar. Bu gece bu yazıyı Kanlıca'daki geleneksel haftaiçi buluşmamızın üstünden iki saat sonra yazıyorsam, tamamen bana verdiği pozitif enerjiden. Biraz bundan bahsetmek istiyorum.

Her hafta, genellikle Çarşamba günleri Eminönü'ne gidiyorum. Beni Kanlıca'ya ulaştıracak iki vapurdan biri 17:50'de, diğeri 18:40'ta kalkıyor, artık hangisine yetişirsem. Erken gitmişsem, banyo ve baskı için önceden bıraktığım filmim de varsa Sirkeci'ye uğruyorum. Fotografçıdaki tonton amcayla hoşbeş edip fotografları alıyorum. (Bana şu koca şehirde ismimle hitab eden ve beni her daim güleryüzle karşılayan tek esnaf olduğundan kendisini çok seviyorum.) Bazen aynı gün içinde daha erken gidip önce filmleri bırakıyor, 1-2 saat boyunca kah Hayyam Çarşısı'nda, kah Doğubank'ta dolanıp, esnafı boş yere meşgul ediyorum. Canım dolanmak istemezse de ya bir kafede sıcak birşeyler içiyorum, ya da Sirkeci Garı'nın içindeki banklarda oturup kafa dinliyorum. 


Vapur saati geldiğinde asıl zevkli kısım başlıyor. Hava açık kısımda oturulamayacak kadar serinse içerde cam kenarında oturup çay eşliğinde yanımdaki KAFA dergisini okuyorum. KAFA dergisini sadece vapurda okumak bütün bu ritüelin bir parçası. O esnada serviste dönüş yolunda olan sevdiceğe dergiden hoşuma giden bölümlerin fotograflarını çekip yolluyorum. 
Hava güzelse açık kısımda oturuyorum ve güzel fotograflar yakalamaya çalışıyorum. İlk zamanlarımda vapurun Beşiktaş-Ortaköy-Arnavutköy-Bebek tarafında otururken, şimdilerde Anadolu Yakası'na bakan tarafa konuşlanıyorum. Huzur veren bu yolculuk yaklaşık 50 dakika sürüyor, sonra vapur Kanlıca'ya yanaşıyor ve kavuşuyoruz. 

Kanlıca, Mayıs 2016

Boğaz manzarasına acıbadem kurabiyesi ve çay eşlik ediyor. Yanımda getirdiğim fotografların kritiğini yapıp birbirimize çektiğimiz fotograflardan hediye ediyor, yine yanımda taşıdığım tabletle haftasonu için plan yapmaya koyuluyoruz. Zamanla oluşturduğumuz bu rutin git gide kemikleşiyor ve hatta kimi haftalar birden fazla kez tekrarlıyor, İstanbul'un ayrı yakalarında yaşamanın yarattığı hasreti bir nebze de olsa azaltıyor.

Uykum geliyor, deniz havası fazla iyi gelmiş sanırım. :)