26 Mayıs 2016 Perşembe

Fotograftan Bir Hayal


Gün içinde hem Balat hem de Eminönü sahilinde, hem gidiş dönüş Eminönü-Kadıköy, hem de Kanlıca'ya giden vapurda bulununca denize duyduğum hayranlık da depreşti.
Instagram'a uzunca süredir her gün 1 tane fotograf yüklüyorum, tamamına yakınını da filmli fotograf makinamla özene bezene çektiğim fotograflardan seçiyorum. Bugün denizle bu kadar haşır neşir olunca içimden bunu yüklemek geldi.

Mayıs'ın 7'sinde çektim bu fotografı. Yeşilköy sahilinden. O günün akşamında sevdicekle Tiyatro Festivali kapsamında Aslan Asker Şvayk'ı da izleyeceğimizden hem günü değerlendirmek, hem O'na daha önce gelmediği ve çok merak ettiği Yeşilköy sahilini göstermek, hem de çocukluğumda çok kereler getirildiğim bu yerde anılarımı tazelemek için ideal fırsattı. Anılarımı tazeleme hususunda sevdicekten inanılmaz bir jest de gelince günün güzelliği bir anda katlanıverdi.

Kimse bilmez; ben bisiklete binmeyi bu sahilde öğrendim. Sahile çıkan çimenli bayırdan, ben bisikletin üstünde dengede durmaya çalışırken habersiz bir şekilde aşağı itilerek hem de. O gün dizlerimden aşağısı yara ve çizik içinde kalmıştı ama sonunda bisiklete binmeyi de öğrenmiştim. Çocukluğumda da şimdi olduğum gibi tombiktim, dolayısıyla kolay inip bineyim diye kız bisikleti olarak bilinen, üst demiri olmayan bisikletlerden almışlardı bana. Adı da Dino'ydu hatta. :) Mor'dan beyaza geçen boyası, beyaz tekerlekleri, dinamoyla çalışan ön ve arka farları, araba koltuğundan hallice selesi, kromajlı gidonu ve ikiye katlanabilmesiyle çocukluğumun kabusu, Allah'ın cezası bisikletim Dino. Kendisine olan nefretimden çok hoyratça kullandım onu, dağa taşa çarptım, sürttüm, lastiklerini patlattım, fren tellerini kopardım, artık üzerinde sırıtacağım boyuta ulaştığımda da apartmanın deposunda çürümeye terk ettim. Birkaç yıl sonra ilkokulu takdirle bitirince 26" jantlı bir Bianchi aldırıp karizmayı düzeltmiştim arkadaşlar arasında. Bisiklet maceralarıma ilerleyen yazılarda değinebilirim, şimdilik bu kadar. :)
Biz o gün sahil boyunca yürüyüp bir sürü fotograf çektik, ağaç altı bankta oturup müthiş havanın ve etrafta olan biten güzel şeylerin tadını çıkardık.

Bu fotograftaki yelkenliyi fotografını çekeceğim kadar ilginç kılan sanırım denizdeki yalnızlığı oldu. 135mm'lik lensimle bile bu kadar uzak gözükmesinden kıyıdan ne kadar açıkta olduğu anlaşılıyordur sanırım.
Kendimi ve sevdiğimi bir an o yelkenlinin içinde, açık denizde hayal ettim. İnsanlıktan, şehirlerin kaosundan uzakta, iyot kokusunun insanın içine işlediği hafif esintili bir havada, üstümüzde uçan üç kuşun seslerinden başka bir şeyin duyulmadığı bir denizde. Yelkenlinin gövdesine vuran zayıf dalgaların çıkardığı o iç okşayan ses, şehir kalabalığının kulaklarımızda yarattığı kirleri temizlemeye çalışıyordu sanki. Rüzgarın kendini yavaş yavaş hissettirmesiyle yelkenleri açıp uzunca bir yolculuğa çıkıyorduk. Umarım bir gün bu hayalimi gerçekleştirebilirim.

Yelkenliler oldum olası motorlu teknelerden daha karakterli gelmiştir bana. Halihazırda bir motoru olmasına rağmen "fair winds and following seas" ("usul rüzgarlar ve yarenlik eden sular" olarak çevirmek istedim bunu) denizci mottosuna yaraşır şekilde, yelkenini açtığında sizi uzaklara götürebildiği kadar götürecek kudrette bir cengaver gibidir yelkenli. Dalgalara diğer tekneler kadar dayanıklı değildir belki, yelkenlerini iyi yönetmezseniz başınıza olmayacak işler açacak kadar da nazlıdır ama dedim ya, rüzgarı arkasına aldığında insanı Homer'in Odyssey'indeymiş gibi hissettirir.

Bir başka fotograf hayalinde görüşmek üzere.

Hiç yorum yok: