Kısa kısa Haziran.
Sigur Ros konserine gittik sevdiceğimle. Yılların uktesiydi doldu diyebilirim. Beklediğimden sert bir performans sergilediler. Sigur Ros'u Agaetis Byrjun albümüyle tanıyıp sevmiş bir dinleyici olarak Post-Rock'ın hakkını veren yeni şarkılarını çok beğensem de yadırgamadım değil. Zorlu Psm'de gerçekleşen konserin akustiği ve sahneye yansıtılan görselleri mükemmeldi ancak en sevdiğim ve hayran olduğum kısım reji oldu. Salondaki iki ayrı ekrana grup üyelerinin canlı görüntüleri inanılmaz efektlerle verilirken kendimi grubun klip çekiminde gibi hissettim. Hiç böyle bir çekim stili görmemiştim, gerçekten çok beğendim.
Konser çıkışında dev ekranda EURO 2016'nın ilk grup maçlarından İngiltere-Rusya maçına denk geldik. Devasa ekrandan ve amfitiyatroyu andıran merdivenlerden maç seyretmek çok eğlenceliymiş. Keşke Rusya son dakikalarda beraberlik golünü atmasaydı da sevincimiz devam etseydi. :( Sürekli maç yayını var mı bilmiyorum ama işiniz yoksa ve oralardaysanız yanınızda içeceğiniz ve atıştırmalıklarınızla eğlenceli 2 saat geçirebilirsiniz, benden söylemesi.
Şu günlerde devam etmekte olan EURO 2016'dan konu açılmışken, ben hayatımda böyle sıkıcı turnuva izlemedim. Eşek Platini sayesindeki yeni statüsü gereği en iyi grup üçüncüleri diye bir saçmalık var ve istisnasız her takım maçlardan 1 puan kurtarmak için anti-futboldan nadide örnekler sunarak top oynuyor. 80 dakika ölümüne savunma yapan takımların son 10 dakikada saman alevi gibi ataklarına muhtaç maç seyrediyoruz.
En iyi üçüncülerden bir üst turda ne olur diye sorarsanız, hiç bir şey olmaz. Slovakya, Kuzey Irlanda ve Arnavutluk gibi takımları kupa yarışına yeniden dahil etmek maç sayısını arttırmaktan öteye gitmeyecek bir işgüzarlık.
Kendi milli takımımızdan bahsetmek gerekirse, hocasının ayrı, oyuncularının ayrı döküldüğü, prim prim diye ağlaşan milyoner futbolcuların grup maçlarından ikisini sabote edip, üçüncüsü öncesinde prim konusu medyada patlak verince toplumda oluşan infialden tırsıp son maçı çok afedersiniz g.t zoruyla kazandığı bir takım. Futbola siyaset iliklerine kadar işlemiş durumda; maç sonunda spikerinden teknik direktörüne ve futbolcusuna kadar herkesin ajitasyon ve demogojisine maruz kalıyoruz. Neyse, daha fazlası ekşi sözlükte var zaten, blog yazısını bu konuyla dev yazı duvarına çevirmek istemiyorum. Umarım kupayı Galler ya da İzlanda kazanır, çok zor ama imkansız değil.
Bu ay başında, sevdicekle bir süredir aklımızda olan bir fotograf makinasına sahip olduk. Filmli Canon makinalarımızı aldığımızdan beridir sürekli renkli filmler kullanıyoruz. Gel zaman git zaman, ara sıra canımız siyah-beyaz fotograflar da çekmek istedi ancak güzel havaları siyah-beyaz filmle cezalandırmak da istemedik. Bunun için sonbaharı beklerken aklımıza ortak bir makina alıp bunda sürekli siyah-beyaz fotograflar çekme fikri oluştu. Uzunca süre, ucuz yollu ancak kaliteli fotograflar verecek bir makina bakınırken karşıma bu minik canavar çıktı. :)
Kendisi Olympus Pen EED Half Frame. 1967-1972 arasında üretilmiş, standart 10cm x 15cm fotografların yarı boyutunda fotograf çeken, "yarım kare" familyasından bir makina. Bu özelliğiyle çözünürlükten tasarruf ederek içine taktığınız filmin kapasitesini iki kat fazla kullanabiliyor. Bizdeki kaç yaşındadır bilmiyoruz ancak 46 yaşından genç olmadığı kesin. :) Otomatik modu hariç muntazaman çalışan bu ihtiyar delikanlı ile deneme amaçlı bir dolu fotograf çektik ve sonuçlardan da bir hayli memnun kaldık diyebiliriz. Üzerindeki 32mm'lik ve 1.7 diyafram açıklığına sahip, 0,8 - 5 metre ve sonsuz arası netleme yapabilen lensi de kullanım rahatlığı olarak çok üst düzeyde.
Yarım kare fotograf çeken makinalar bence bizim gibi, birlikte bir şeyler yapmayı çok seven insanlar için ideal. Örneğin, aynı görüntüyü iki insanın farklı bakış açılarıyla arka arkaya çekmeleri, bir önceki karede objenin geneli görülürken sonrakinde detaylarının vurgulanması bu tür makinalara ruh veren özelliklerden.
Bunun yanı sıra ard arda, birbirine komşu fotograflarla bir hikaye anlatmaya çalışanlar için de biçilmiş kaftan. Fotografları birbirinden ayıran o siyah düz çizgi, hikayelerin anlatıcısı rolünde gibi geliyor bana. Hayatın zıtlıklarını da benzerliklerini de birbirlerine müdahale etmeden yan yana getirebildiğiniz, bunu da öyle 24 ya da 36 karede değil, 48 ya da 72 karede sindire sindire gerçekleştirebilen bir araç, daha ne olsun?
Makinalardan konu açılmışken, filmlere değinmemek de olmazdı sanırım. :)
Azalan film stoklarımız ve film tedarikçimizin anlaşılmaz tutumu sonrası girdiğimiz arayışlardan fiyat/performans oranı yüksek, farklı markalarda filmlerle çıktık ve
Tudorcolor, Kodak ve Agfa marka bayat filmlerle envanterlerimizi uzunca süreliğine sağlama aldık. Uzun süredir Fuji marka filmlerle fotograf çektikten sonra bu seçim özgürlüğü umarım ekstra yaratıcılığı da beraberinde getirir.
Bu ay içinde, Istanbul Film Festivali'nde izlemek isteyip de zaman çizelgemize uymayan "Belgica"yı Başka Sinema sayesinde izleme fırsatı bulduk ve bayıldık. Hayatımda izlediğim ilk Danca filmdi ayrıca.
Bunun yanı sıra, geçtiğimiz hafta sonu "Me Before You" adlı filmi de izledik. Başrollerde Emilia Clarke, Emilia Clarke'ın kaşları ve Emilia Clarke'ın çılgın elbiselerinin olduğu film yüzünden Game of Thrones izleme şevkim tamamen kırılmış da olsa filmi beğendiğimi söyleyebilirim.
Bu ayın en önemli olayına gelecek olursak, kedim Kısmet ile birlikte 1 yılı devirdik dün. Geçen sene 21 Haziran'da başlayan maceramız tam bir yılı doldurdu. Düşününce sanki geçen haftaymış gibi geliyor ancak sonra Kısmet'in ulaştığı hacmi anımsıyor ve kendime geliyorum. Bir yıllık süre zarfında kedi yavrusundan ev kaplanına dönüşen Kısmet, günlerini istikrarlı bir biçimde evin muhtelif yerlerinde uyuyarak, mutfağa girenin peşine takılıp kendini acındırarak ve camdan sokağı gözetleyip pencere kenarına konan güvercinleri trolleyerek geçiriyor. Çok yaşa Kısmet.
Ay sonuna doğru yeni bir yazı umuduyla.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder