31 Temmuz 2016 Pazar

Temmuz'u Paketlerken

Bu yazıya başladığımda tarih 26 Temmuz, saat 21:25'ti aslında. Sevdicek işten eve yeni gelmiş, o biraz dinlenip bir şeyler yiyene kadar ben de boş durmayayım diye bu yazıya başlamıştım. Hatta o anda fonda Kings of Convenience çalıyordu, 24-25 adlı şarkısı.


Bu ay blog istikrarı konusunda kendimi aştım diyebilirim. Bıkmadan, konu sıkıntısı çekmeden, hevesle yazdım. Umarım böyle devam edebilirim. Blogda yazılar biriktikçe eski alışkanlığım olan, "bir hevesle blog açma, tasarlama, yazma, sıkılma, silme" de haliyle imkansız hale geliyor. Insan yazdıklarına kıyamıyormuş. 

Bu ay 4 film izledim.
The BFG muazzamdı. Özel efektlerin şahaneliği mi, karakterlerin Cockney-Nadsat'ı andıran konuşma tarzları mı yoksa konusu mu beni en çok çekti karar veremedim. Ancak şu kesin ki bir 90lar çocuğu olarak bu tarz filmlere kayıtsız kalamıyorum. :)

Our Kind Of Traitor'ı sırf Ewan McGregor hayranlığımdan seyrettim, ne bayıldım ne pişman oldum. Ewan McGregor, Stellan Skarsgard ve Damian Lewis'in iyi oyunculukları senaryonun önüne geçmiş gibi geldi bana. Casusluk filmlerini seviyorum ama o film sonlara doğru irtifa kaybedince pek olmuyor. Yine de izlenir, çok da şey yapmamak lazım.

35. Istanbul Film Festivali'nde de gösterilen, bu ay da Başka Sinema vesilesiyle gösterime giren Remember bu ay izlediğim en iyi filmdi. Yahudi Soykırımı ve Auschwitz'e farklı bir bakış açısı getiren filmi hem müthiş oyunculukları ve senaryosundan, hem de sürükleyici bir yol filmi olmasından dolayı çok beğendim, kesinlikle tavsiye ederim.

Son olarak da Jason Bourne. Aşırı derecede hareketli bir filmdi, bir aksiyon filminde ne olmalı sorusunun cevabı gibiydi adeta. Senaryosu önceki üç filmindeki senarist bu filmde değiştiğinden dolayı çok eleştirilmiş ama yine de sürükleyiciydi. 

Önceki yazılarda da çokça bahsettiğim saksıda sebze yetiştiriciliği gayet iyi gidiyor. Hatta bu akşam oldukça güzel bir hasat aldım. :) 


Fotograf çekmeye devam. Geçen ay kullanmaya başladığımız Agfa Vista filmlerin bu ay baskılarını aldık. En sevdiğimiz film olan Fuji Superia'dan bile çok hoşumuza gitti. Bayat filmler kullanıp o nostaljik tadı alamamak küçük miktarda hayalkırıklığı olarak dönüyordu, bu filmle birlikte o da tarih olmuş oldu. Elimizdeki stoğun maşallahı var ama umarım fotografçıda çok daha fazlası vardır. :)

Şuraya bir iki tane örnek fotograf ekleyelim. 



Bir tane de sevdicekten ekleyelim. :)



Yarım kare fotograflar aldığımız canımız makinamız Olympus Pen EED'nin içini açtım bu ay. Temizlik yapıp sağ salim kapattım ancak içindeki siyah-beyaz filmi riske etmemek için çıkardım.
Bu defa siyah-beyaz yerine yeni bir şey deneyeceğiz; renkli dia negatif film!
Dia filmler aslında slayt makinaları için ancak standart 35mm film banyosuna sokularak baskı elde edilebiliyor. Edirne'nin ötesinde buna "cross-processing" diyorlar, bizde de genel olarak "çarpraz banyo" deniyor. Çarpraz banyo sonucu sapıtan kimyasallar filmde birtakım tepkimelere neden oluyorlar, bu da bize çok acayip renkler olarak geri dönüyor. Tam bizlik kısacası. :)
Bu amaçla bir tane Fujifilm Sensia 200 satın aldım, hem de 2008/08 bayatı. Bakalım nasıl çıkacaklar, şimdiden meraktayız.

(Soldan sağa) Olympus, Volkswagen, Sensia, Defter, Kalem

Efendim, sevdicekle denk geldikçe es geçemediğimiz oyuncakçı dükkanı (hep benim yüzümden :D) ziyaretlerimizden birinde, mucizevi bir biçimde, tam da kendisinden bahsederken, yukarıdaki fotografta gördüğünüz Volkswagen minibüse rastladık. Bu modeli bulabilmek için nasıl uğraştığımızı bir biz, bir de Allah biliyor, o derece nadir ve nedense es geçilmiş bir model. Benim için anlamı ise bir başka. 1985'in bir Ağustos gününde, aynı bu model bir minibüs tarafından doğuma yetiştirilmişim. :)

Okuma tempomdan çok çok memnun olmasam da bu ay başladığım bir değil tam iki! kitabı bitirdim. "Fahrenheit 451"i uzunca zamandır Ingilizce okumak üzere bekletiyordum ancak Türkçe baskısına bir sahafta yok paraya rastlayınca inadım kırıldı. Distopya olsun çamurdan olsun diyen ben için bulunmaz nimetti bu kitap, bayıla bayıla okudum.
İkinci kitap da sevdiceğimin hediye ettiği, pek sevdiği yazar Barış Bıçakçı'dan "Bizim Büyük Çaresizliğimiz"di. İki günde okudum bu güzel kitabı. Yazarın dili sizin iç sesiniz oluveriyor bir anda ve elinizden bırakamıyorsunuz.

Temmuz'un son günleri bademcik iltihabına kurban gitti. Öyle garip bir illet ki bu, ateşiniz çıkıyor, beliniz ve eklemleriniz ağrıyor, iştahınız kapanıyor, yutkunamıyorsunuz, başınız dönüyor ve sürekli sanki birisi saç diplerinizi acıtırcasına çimdikliyormuş gibi hissediyorsunuz. 2-3 gün boyunca ciddi anlamda azap çektim. Ateşimi düşürmeyi başardım ancak boğaz ağrısı halen devam ediyor ve birkaç gün daha da edecek gibi.

Temmuz'da ülkenin başına gelenler hakkında ne desem gg, hiç sırası değil.

Yılın en sevdiğim ayı Ağustos, umarım mutlu ve huzurlu geçer.

25 Temmuz 2016 Pazartesi

Saksı Sebzelerinde Son Durum

Süs biberi, fesleğen, kekik ve domates ile tamamladığım saksı sebzeleri dörtlümde müspet gelişmeler söz konusu.

Süs biberleri şu ana kadarki en istikrarlı sebzem diyebilirim. Düzenli olarak büyüyorlar ve çabuk gelişiyorlar. Yalnızca kızaran ve yumuşayan biberleri, bir seferde 4-5 adedi geçmeyecek şekilde koparıp sofraya koyuyorum ve bunu üst üste 3-4 haftadır yapabiliyorum. Zaten aşırı derecede acı olduklarından fazla tüketilmiyorlar. :)


Bitki daha en baştan kökünden iki ana dala ayrılmıştı, dallardan bir tanesi diğerine oranla daha çok biber veriyor ancak randımansız olanı kesersem güçlü olan da saksıda çok komik görünecek, dolayısıyla güçler ayrılığı ilkesine bağlı bir biçimde yaşamlarına devam ediyorlar. 
Toprak bakımı olarak haftada bir olmak üzere toprağını köke zarar vermeden hafifçe kaldırıyorum ve sulama suyuna 1-2 damla 8-8-8 formüllü sıvı gübre damlatıp suluyorum.

Fesleğenler satın alırken tereddüt ettiğim ancak toprağı sevmesinden mi yoksa suyu bol bulmasından mı nedir sıfır sorun politikasıyla büyüyüp giden bitkilerim oldular. Bütün saksılarımda aynı toprak-torf karışımını kullanıyorum ve şimdiye dek hiç sorun yaşamadım. Fesleğenleri sıkça budamak gerekiyor ancak diğer sebzeler kadar çok kullanılmadığından şimdilik yanaşmıyorum. Öyle ki yakın zamanda çiçek bile açtılar. Kendilerini henüz makarna sosu olarak kullanmadık ancak salatalara harika eşlik ettiğini söylemeliyim. 
Toprak bakımı olarak yine haftalık sıvı gübreli sulama ve toprak kaldırmadan başka bir bakım istemiyor.


Kekikler :( İki hafta önce bir paket kekik tohumu alıp onları plastik bardaklara ekmiş ve evde sera simülasyonuyla çimlendirmeyi başarmıştım. Ancak işler planladığım gibi gitmedi. Maalesef kekik fideleri toprağa bir türlü tutunamadılar ve öldüler. Sanırım buna ekim yaptığım hafif ve dağılmaya müsait toprak sebep oldu. Tohumdan bitki yetiştirmek çok zahmetli, çok dikkatli sulama isteyen bir işmiş, tecrübe ettim. Bütün bitkilerimde istikrar sağlayana dek bir daha girişeceğimi sanmıyorum. Kekik için ayırdığım saksıya iki adet dağ kekiği fidesi ektim bugün, kokusu ve tadı tam istediğim gibi. 


Dağ kekiğinin en güzel tarafı ihtiyaç duyduğunuz ölçüde dallarını kesip, yaprakları daldan sıyırarak ister taze ister kuru olarak kullanabilmeniz. Toprağına alıştığında yarı yarıya budayıp, kuruttuktan sonra da toz baharat olarak kullanmayı düşünüyorum.

Bunlardan üç fide almıştım, ikisini kendi saksıma ekip üçüncüyü de sevdiceğime hazırladım. :)

"Sevgiliye saksıda bitki hediye etmek" konulu çalışmam. ;)

Cherry domatesler sessiz sedasız büyüyüp şimdiden yenecek kıvama geldiler bile. Fesleğenlerle birlikte ciddi anlamda su arsızı olduklarını söylemeliyim. Sulama rutinini belli aralıklarla azaltarak domateslerin büyümelerini sağlamak bu cinsin püf noktasıymış, yeni öğrendim. 
Bu domateslerin iki türünü satıyorlar; biri boya gidenler, diğeri de bodur kalanlar. Benimkiler bodur, dolayısıyla toprağa oldukça yakın ve sık yetişiyorlar. Bu özelliği yüzünden gelişimlerini takip etmek biraz zor ancak yakın zamanda yapacağım mini hasat sayesinde daha planlı bir büyüme olacağını düşünüyorum. Üzerlerindeki yapraklar da sanıyorum bütün gün tepede duran yakıcı güneş yüzünden sıklıkla kavruluyorlar ancak bir yandan da domatesleri yanmaktan koruyorlar, o yüzden ellemiyorum. Sadece tamamına yakını kurumuş ya da çürümüş olanları topluyorum.

Hey maşallah be! :)

Toprak bakımı olarak fesleğen ve biberlere uyguladığım metodu aynen uyguluyorum, şu ana kadar her şey yolunda gidiyor.

Bundan yaklaşık 1-1,5 ay kadar önce sadece süs biberi ile başladığım saksıda sebze yetiştiriciliği, hem toprak, saksı ve fide fiyatlarının uygunluğu, hem verdiği haz, hem de elverişli havalar sayesinde benim için vazgeçilmez bir hobiye dönüşmüş durumda. Her sabah kalktığımda ilk işim gidip sebzelerimi kontrol etmek ve üzerlerindeki ölü yaprakları temizlemek oluyor. Akşam da yemek sonrası hava karardığında sularını vermek ve kokularını doya doya içime çekmek kendimi iyi hissettiriyor. 
Dışarıdan zahmetli gibi gözüken ama saksıya ekimden sonrası oldukça basit bir rutin olan bu uğraşı herkese tavsiye eder, yetiştirmekte olduğum ürünler hakkındaki nacizane tecrübelerimi de arzu edilirse paylaşmak isterim. 

Sevgiler:)

23 Temmuz 2016 Cumartesi

Analog Fotografa Nasıl Bulaştım?



Analog fotografi ya da diğer adıyla film fotografçılığına ilk merak saldığımda üniversiteye hazırlanıyordum (2003) ve bu merakın sanırım başlıca iki sebebi vardı; biri yıllardır Praktica makinasıyla ve değişik lensleriyle fotograf çekmekte olan İngilizce öğretmenim, diğeri de sanırım sınav ve mezuniyet stresinden kaçma isteğim.
Lise öğrencisi halimle ve süper kısıtlı bütçemle durağım Sirkeci'deki Hayyam Çarşısı olacak değildi elbet; o zamanlar İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü arkasında yer alan Polonya Pazarı (şimdi yerinde yeller esiyor) içindeki birkaç ikinci el fotograf makinası satıcısıyla ve öğretmeninim tavsiyesiyle tek seçeneğimdi. Bir de kart vermişti bana, "Foto Hacı" yazıyordu üstünde. "Hacı abiyi bul, benden de selam söyle o yardımcı olur sana." demişti öğretmenim. Hacı'yı burada biraz bekletelim de kıyısından köşesinden şu pazardan biraz bahsedeyim size.

Polonya Pazarı, çoğunlukla hırdavat ve envai çeşit yedek parça dükkanlarından mütevellit, kare ya da dikdörtgen yapılı ve sıra sıra küçük dükkanlı, orta kısmında kalan avlusu da muhtelif tezgahlarca parsellere bölünmüş, loş aydınlatmalı portatif bir çarşıydı. Uzaktan baktığınızda içinde fotografçılık namına bir şey bulabileceğinize inanamazdınız. Buna rağmen, içinde çeşitli türlerde makinalar alıp satan birçok fotografçı vardı.
2000'li yılların başlarında dijital makinalar ortalığı bu kadar ele geçirmemişti. Bahçelievler'de oturan bendenizin evinin dibinde bulunan bir fotografçı dükkanı gayet güzel iş yapıyor, aldığı filmi 2-3 güne teslim edebiliyordu. O dükkan o dönemlerde o kadar güzel para kazandı ki, yanındaki küçücük dükkanı da alıp birleştirdi ve sanırım son 10 yıldır da semtteki en büyük birkaç fotograf stüdyosundan bir tanesi. Bugün aynı şartlarda aynı sıçaramayı yapmasıysa imkansız. Yıllar sonra film bırakmak için uğradığımda 1 hafta sonrasına gün verip filmimi 10 gün sonra teslim edebilmişti.

İki paragraf üstte oturan Hacı'yı çok bekletmeden kendisinden devam edelim. Çok aramadan bulmuştum Hacı'yı. 40-50 yaş arası, hafif çember sakallı bir abiydi. İngilizce öğretmenimin yolladığı selamı alırkenki gülümseyen yüz ifadesi, bütçemi öğrendiğinde sirke satmaya başlamıştı. Suratsız p*z*v*nk. Yanlış hatırlamıyorsam 60-80 lira arası bir bütçem vardı o zaman için. Şimdinin 100-150 lirasına tekabül ediyordur herhalde. Arkalardan bir yerden iki tane Zenit makina çıkarmıştı, hangisini istiyorsan onu al demişti. Bir tanesi Zenit 11, diğeri de Zenit 12XP idi. Kozmetik olarak daha temiz gördüğüm 12XP'yi almıştım. Parayı verip pazardan çıktığımda içim içime sığmıyordu. Hemen ilk körüklü otobüse atlayıp evin yolunu tutmuş, soluğu fotografçıda almıştım. Fotografçım makinaya şöyle bir baktı, "hmm kasası temiz, asa halkası tamir görmüş, perdesinde küçük bir leke var ama sorun olmaz, vizör temiz sayılır, pozometresi ölmüş, mercek pek iyi değil, lan bunun diyaframı bozuk?!" demiş ve son düzlükte kanımın çekilmesine sebep olmuştu. "Söyle lensi değiştirsin, yaramaz bu." demişti.
O sinir ve hayalkırıklığıyla eve gitmeden otobüse tekrar binip Beyazıt'a dönmüş ve Hacı'dan hesap sormaya gitmiştim. Hacı yaptığı pisliğin farkında olacak hiç üstelemeden ancak homurdanarak zulasından tertemiz bir Helios 58mm lens çıkarıp vermişti. Çok merak etmişimdir; acaba şu topraklarda yaşayıp da adı veya lakabı Hacı olan birinden kazık yememiş vatandaş var mıdır?

Zenit ve ben, mutlu günlerimizden birinde :'(

Yorgun argın geri döndüğümde ve lensin çok iyi durumda olduğunun teyidini fotografçımdan aldıktan sonra gönül rahatlığıyla eve dönmüştüm. Zenit 12XP benim film fotografçılığı maceramda ilk makinamdı. Şimdi elimde olsa bayıla bayıla kullanacağım Helios lensi ve tank gibi ağır gövdesiyle sanki hiç bozulmayacakmış hissi veriyor, dosta güven verirken düşmana da "çekme lan beni!" dedirtiyordu. Hakkında ekşi sözlükte bundan 10 küsür sene önce yazdığım acemice bir yazıyı buradan okuyabilirsiniz. Zenit ile toplamda 3 film falan bitirdim, gençliğin ve film alma-yıkatma maliyetlerinin de etkisiyle bu hobime yeteri kadar zaman ayıramadım.
Bunun yanı sıra gel zaman git zaman dijital fotografa merak saldım ve 2006 yılıyla birlikte Zenit'imin pabucu da dama atılmış oldu. Yanlış hatırlamıyorsam 2007-2008 gibi de elimden çıkarmıştım. Çok büyük pişmanlığımdır. Film fotografçılığına 9 yıl boyunca hiç yanaşmadım. Ta ki sevdiceğimle tanışana dek. Önce Lomography ile, sonra Canon makinaları özendire özendire anlatmasıyla aklımı çelmeyi başardı. Şimdi elimizde değişik marka ve modellerde toplam 6 makina var. :)

Bu yazıyı aslında film fotografçılığına heveslenenlere bir nevi rehberlik etmek ve bu hobinin piyasasındaki üçkağıtları bir bir ortaya dökmek için yazmaya başlamıştım ancak anılar çok yer kapladığından konu bayağı sapmış oldu, artık bir sonraki yazıya.
Işığınız bol olsun. :)

22 Temmuz 2016 Cuma

öz Hakiki Bayram Günü Gibi Gelen

Bir yıl önce bugün, bu saatlerde farkettim seni. Başlarda bunun nereye varacağı hakkında hiç fikrim yoktu, o anda seni bana çeken şey benim de yıllar önce kullandığım bir fotograf makinasıydı sadece. Sosyalliğe her türlü mecrada sonu belirsiz ara vermiş ben, kayıtsız kalamadım sana. Başlarda arkadaş bile olabileceğimize dair inancım azken, cevabını bile beklemediğim bir mesajın bizi ayrılmamacasına bağlayacağını nereden bilebilirdim?

Dediğin gibi, çok ittin beni başlarda, kendini çok sakındın, çabalarımı sonuçsuz bırakmak için çok uğraştın. Şansımı fazla zorlamakla ve yüksek duvarlar çıkmakla gözümü korkutmaya çalıştın. Ama başaramadın. Sabrımdan ve inadımdan haberin yoktu çünkü. Seninle yazışarak geçen her günde, senin duvarların gibi benim de yalnızlığa olan inancım yıkılmaya başladı. Sonra bir gün, hem de doğum günümde, gönderdiğin paket yetmezmiş gibi bir de sesini hediye ettin bana. O anki, sıklıkla hatırlatıp beni kızdırdığın heyecanımın bir sebebi ilk kez duyduğum sesinse, diğeri de iyiden iyiye kendimi kaptırdığım aramızdaki durumun karşılıklı birer sese sahip olduğunu görmemdi. Dünyaları bahşetmiştin o gün bana.

Sen bana hep güzel bir adam olduğumu söyler beni mahcup edersin, ben de sana su gibi duru bir insan olduğunu. Gözlerinde kendimi görebildiğim biri için çok mütevazı bir iltifat ama daha gösterişlilerinde omuzlarını silkerken dudaklarını büküp kafanı sağa sola sallıyorsun, ne yapayım yani?

Tanışmamızın üstünden 1 yıl geçti bugünle birlikte. 11 aydır da yüz yüze bakıp el ele tutuşuyoruz. Geçen bu sürede birlikte yaptığımız her şey, gittiğimiz her yer, izlediğimiz her film, çektiğimiz her fotograf, seyrettiğimiz her gün-gece kavuşması ve ikimizi kattığımız her şey, zihnimde bir çağlayan edasıyla, aramızdaki aşk olduğuna inandığım okyanusa akıyor. Günün her anında bu değerli anları hatırlayıp içimden dışımdan sana sevgi sözcükleri gönderiyorum. Artık hem en sevdiğim, hem de en iyi arkadaşımsın. Ve minik burunlumsun. Bir de frambuazlı cheesecakeimsin, ve daha bir sürü şey :)

İyi ki varsın bu hayattaki yol arkadaşım, seni çok seviyorum.



14 Temmuz 2016 Perşembe

Saksılar ve Makinalar

Saksıda süs biberi yetiştiriciliğinde ve buna sonradan eklenen fesleğen büyütmeciliğinde müspet gelişmeler kaydedince hızımı alamayaraktan üçüncü saksımı edinmeye karar verdim. Bu defa tercihimi, en sevdiğim kuru baharat olan kekik olarak belirledim.
Kekik ilk olarak ne zaman değdi dilime hiç hatırlamıyorum ancak uzun yıllardır bir suyumla çayıma katmıyorum desem yeridir, öyle bir bağımlılığım var kendisine karşı. Balık dışındaki bütün etlere, zeytinyağlılar dışındaki bütün yemeklere bu kadar mı güzel gider bir baharat? Hal böyle olunca, balkon yetiştiriciliği de sarınca bir de kekik ekeyim dedim. Biber ve fesleğeni büyümüş olarak hazır alıp kendi saksılarıma ekmiştim, ancak kekiğin ekilmişini bir türlü bulamadım. Eminönü'deki çiçekçiler çarşısında ekilmişini bulmak mümkün olmayınca ben de inadı bırakıp tohumunu almaya karar verdim. Aldığım tohum buydu.


Tohumun yanı sıra bir de kaliteli toprak almak gerekecekti çünkü hem tohumların hem olgun bitkilerin topraktan alacağı kaliteli besinlere oldukça ihtiyacı oluyor. Buna bir de sıradan bahçe toprağından çıkabilecek böcek, zararlı gibi faktörler etkilenince sanırım en iyisi hazır toprak kullanmak. Toprağı çiçekçiler çarşısındaki bir dükkandan aldım. Rengi siyaha çalan kahverengi olan, hafif ve tel tel dökülen bu torflu toprağı çok sevdim. Saksıya ne ekerseniz ekin, toprağın suyu emmesi ve fazlasını saksının dibinden salabilmesi köklerin çürümemesi ve bitkinin aşırı sulanmaması için çok önemli. Saksıdan fazla suyun süzülmesi için saksı diplerini misket büyüklüğünde taşlarla doldurmak da çok süper bir çözüm. Kekik için toprağa bir miktar kum karıştırılması öneriliyordu birkaç internet sitesinde ancak elimdeki toprağın geçirgenliği yüzünden bu fikirden vazgeçtim. 

Kekik tohumları haşhaş taneleri gibi; simsiyah ve incecik tohumlar, parmaklarınızın ucuyla bile zor alıyorsunuz. Tohumları direkt saksıya ekmek yerine marketlerde 10lu 20li paketleri 1 liraya falan satılan plastik bardaklara, tutam tutam dökerek ektim. Şansımı arttırmak için bir paket tohumu toplam 7 bardağa ektim; 6 tanesini mutfakta, 1 tanesini de deney amaçlı balkonda gölgede bırakıyorum. 

Ekime gelince; bardağın 2/3'lük bölümüne toprak doldurup ıslatıyorsunuz, üstüne bir iki tutam tohumu (yaklaşık 5-10 tane gibi) serptikten sonra üzerine 1-1,5cm kalınlığında toprakla tohumları zıplatmadan kapatıp hafifçe bastırıyor ve tekrardan yavaşça suluyorsunuz. 
Sonrasında, sera etkisi yaratmak için tohumları direkt güneş ışığından uzakta ve ortalama 18-20 derece sıcaklıkta, üzerlerini ister tek tek streç filmle, ister toplu halde bir poşetle hava sirkülasyonunu önleme amaçlı örtüyorsunuz. 
Toprağını günde 1 veya 2 defa ıslatıp devamlı nemli bırakıyorsunuz. 
Ben içine tohumlu bardakları koyduğum saksıyı bir market poşetine koyup ağzını da sıkıca bağladım. Güneş ışığı almadan, kapalı bir şekilde oda sıcaklığında ısınan nemli toprak bir süre sonra tohumlara pes ettiriveriyormuş, dün geceki kontrolde bunu gördüm ve çok sevindim. :)


Şu anda 6 bardağın 3'ündeki tohumlardan sonuç aldım, bu fideler 5-10 cm boya ulaşınca kendilerini bu saksıya ekeceğim. Tohumun paketinde bunun yaklaşık 2-3 hafta süreceği yazıyor. Bekleyip göreceğiz.

Evvelki hafta makinam bozulmuştu, yeni bir makina bulamayacağım umutsuzluğuyla internette bakınırken karşıma hayatımda ilk kez gördüğüm bu makina çıktı. :)



Efendim kendisi RevueFLEX SD1, döneminin perakende lideri Alman Foto-Quelle firması tarafından Japon Chinon firmasına fason olarak ürettirilmiş tam manuel bir SLR fotograf makinası. Hatta orijinalinin adı Chinon CS4. :)

60lar'dan 90lar'a kadar alışkın olduğumuz filmli slr fotograf makinalarının aksine bu makinanın üst ve alt gövdeleri plastikten imal edilmiş, dolayısıyla oldukça hafif bir yapısı var. Maliyetten kaçmak için plastikten slr üretilmesine ilk kez bu makinayla şahit oldum diyebilirim. Üzerinde 50mm'lik Auto Revuenon (ki bunun da orijinali Chinon'dur) 1.9 diyafram açıklığına sahip, döneminde ucuz bütçeler için düşünülmüş M42 bayonetli bir lens taşıyor. Zaman ayarlı fotograf çekme, deklanşör kilidi gibi özellikleri bulunmuyor, pozometresi üç ışık prensibine dayanarak her çekim öncesi opsiyonel olarak çalıştırılabiliyor.

Ben de sevdiceğim de, makinanın hafif ve kompakt yapısına, vizörünün aydınlık olmasına ve lensinin kullanım rahatlığına bayıldık. Bu makina bana 100 liraya mal oldu, ancak şimdiden bozulan Canon makinamın pabucunu dama attırdı diyebilirim. Makinayı almamda en büyük etkenler bozulan makinamı tamir ettirmeye çalışırken kendine esnaf diyen zihniyetin umursamazlığı, bu tarz 20-30-40 yıllık makinalara haddinden fazla para vermenin anlamsızlığını farketmem ve fiyatının uygunluğu oldu. Makinada yıpranma belirtileri de olsa lensinin temizliği 30 küsür yaşında olmasına rağmen sanki ilk kullanıcısıymışım gibi hissettirdi. Ayrıca hafta içinde banyo ettirdiğim fotograflardaki keskinlik de lense hayranlık duymamda çok etkili oldu diyebilirim. Umarım selefi Canon gibi beklenmedik bir anda bozulmaz da uzun yıllar kullanabiliriz bu ufaklığı.

 Revueflex SD1 / Tudorcolor XLX200 Bayat / Auto Revuenon 50mm f/1.9 Lens

Önümüzdeki günlerde film fotografçılığı ile ilgili nacizane bir yazı yazmak istiyorum, kafamda uçuşan fikirleri yakalayıp biraraya toplamam lazım. Sevgiler. :)

5 Temmuz 2016 Salı

Bayram Sabahı Blog Experience

Sabaha karşı başlayıp bir saat öncesine kadar da durmayan yağmur hem erkenden uyanmamı hem de bu sakin güne bir şeyler sığdırma motivasyonumu sağladı sanırım. 
Son yazıdan bu yana neler yaptığıma gelince;

Balkon bahçıvanlığına başladım. :) Iki hafta kadar önce bir saksı süs biberi bitkisi ile başlayan bu küçük macerada şimdi ikinci saksıda fesleğen yetiştiriyorum. Sulama ve bakım olarak ikisi de kolay bitkiler olduğundan bir nevi staj yapıyorum da diyebilirim.
 
Süs biberleri iki kök olarak büyüyorlar ve oldukça da hızlı büyüyorlar! İki haftadır her hafta 5-6 adet olmak üzere, parmağın iki boğumu uzunluğunda acı biberleri toplayıp yeme zevkine eriştim ki bunun yerini en güzel bostandan toplanan en tatlı biberler tutamaz. İnsanın emek vererek yetiştirdiği sebzeyi yiyebilmesi gerçekten büyük keyif. 



Yetiştirilmesine gelince, yapmanız gereken temiz toprak ile torfu (ikisi de seralar ya da yapı marketlerde var) toprak oranını çok azaltmadan karıştırıp (bende 60% toprak 40% torf gibi) bitkinizi 20-30 cm derinliğindeki bir saksıya, saksının en üst kısmından 2 cm boşluk kalacak şekilde ekmek ve toprağın kurumasına izin vermeden günlük ya da günaşırı sulamak, haftada ya da on günde bir de köklerini parçalamadan uzun bir çubuk yardımıyla toprağı deşmek suretiyle havalandırmak. Biberleri istediğiniz uzunlukta toplayabiliyorsunuz, ben iki parmak boğumunda topluyorum ve yeterince acı olduklarını söyleyebilirim. Yetiştirme konusunda bir ipucu da; suyunu bol verirseniz yeşil-sarı kalırlarken az verirseniz kırmızıya dönüyorlar. Bazı saksı bitkilerinde dalların alt ve yan kısımlarındaki yapraklar bitkinin çabuk büyümesi ve meyve vermesi için koparılıyormuş, biberlerde ise bitkinin tepesindeki yaprakları abartmamak kaydıyla parmağınızla kopardığınızda oralardan yeni yaprak yerine biber meyvesi çıkıyor, bu sayede bir daldan çok sayıda biber elde edebildim. Büyüme konusunda henüz bir sıkıntı yaşamadığımdan toprağında gübre ya da besleyici bir ürün kullanmadım.

Fesleğen yetiştirme fikri de, yenilediğim biber toprağından artan torf ve temiz toprak ve boş saksı sayesinde oluştu. Fesleğen suyu ve güneşi seven bir bitki olduğundan yaz aylarında dışarda bakımı kolay. Çok su verdiğinizde sararan, az verdiğinizdeyse solan yaprakları sayesinde dengesini kolay bulabiliyorsunuz. Biberden farklı tarafıysa, durmadan büyüyen fesleğeni üstten ve kenarlardan sürekli makasla budamak gerekiyor. Bir de bitkinin bolca hava alması gerekiyor. Fesleğenlerim henüz budanacak kıvama gelmedi, dolayısıyla kendisinden bir ürün donesi veremiyorum ama o da yakındır. :)



Bu sabah deli gibi yağan yağmura uyanınca aklıma ilk gelen saksıların suya doymuş olabilecekleriydi ve öyle de oldu. Altlıklarına kadar dolmuş suları süzdükten sonra bir iki gün su vermemeyi düşünüyorum. Yine de bu mevsimde yağmur suyu gördüklerine sevindim. Balkon bahçıvanlığı günlüklerinden şimdilik bu kadar. :)

Geçtiğimiz hafta sonu sevdicekle Kanlıca'dan motorla Emirgan'a geçip Emirgan Korusu'nda mini bir piknik yaptık. Hem Ramazan olması hem de Bayram öncesi insanların İstanbul'dan kaçması sebebiyle ortalıkta kimsecikler yoktu. İçerde ister ağaç altlarında ister piknik masalarında oturabiliyorsunuz; etrafın oldukça temiz olduğunu söyleyebilirim. Sonrasında yukarılara doğru çıkıp içinde kuğuların yüzdüğü yapay gölet ve şelalenin tadını çıkarabilir, daha da yukarı çıkıp köşkün kafe-restoranında bir şeyler yiyip içebilirsiniz. Tecrübe kazandığımız bu piknik deneyimini ilerleyen hafta ve aylarda geliştirerek kesinlikle tekrarlamayı düşünüyoruz.

Acı kaybımız :(

Piknikten sonra ağaçlık alanında fotograf çekme umuduyla yanıma aldığım caanım Canon fotograf makinamın maalesef enstantanesi bozuldu. :( 
Ocak'tan bu yana bir dolu film çektiğim ve gözüm gibi baktığım makinamı bir umut Sirkeci'ye tamire götürdüm ancak hem eski olması hem de yedek parçasının olmaması gibi gerekçelerle reddedilip tamir ettiremedim. Hayyam Çarşısı'ndaki esnaf vitrinine afili nostaljik makinaları koyup ellerini öpene tanesini 300-500 lira gibi uçuk fiyatlara satmayı biliyor ancak iş tamire gelince "değmez be abi, uğraşılmaz be aabi" gibi gerekçelerle sizi başlarından savıyorlar, ders oldu bana bu. Bizi Ebay'den mahrum bırakanları Allah bildiği gibi yapsın ne diyeyim başka.. Önümüzdeki hafta şansımı çarşının diğer fotografçılarında denemeyi düşünüyorum. Alışmıştım ben bu makinaya ya hu, şimdi kim yeniden makina alacak? :/ 
Neyse, kısmet diyelim şimdilik.

Umarım herkes huzurlu ve neşeli bir bayram geçirir. Sevgiler.