30 Ekim 2016 Pazar

Ekim´i Yolcu Ederken

Ekim ayının hareketli geçeceği besbelliydi ancak 30 güne o kadar çok şey sığdı ki ben, biz, kısaca bu yazıda bahsedilen herkes bu duruma çok şaşırdı.
Benim bolca boş zamanımın olması ve sevdiceğin yıllık iznini adeta ceza sahasına yapılmış bir muz orta edasıyla ayın ilk günlerine denk getirmiş olması, geçecek güzel günleri müjdeliyordu. :)

Ayın ilk gününde Moda Sahnesi´nde kendi adımıza tiyatro sezonunu açmış bulunduk. Oyunumuz "Torun Istiyorum" idi, günümüzde geçmemesine, hatta kültürümüzde hiç olmayan öğeler de barındırmasına rağmen değindiği, hatta günümüze dair taşladığı konular tiyatronun evrenselliğinin ispatı gibiydi. Samimi oyunculukların yanı sıra konusuyla da kesinlikle izlemeye değer bir oyun olduğunu düşünüyorum. Oyunun Yozgat şiveli papazı içinse ne desem az. :)
Oyun öncesi pasaj içindeki sahaflardan birinde bulduğum kitaplardan da önceki yazıda bahsetmiştim. :)

Moda Sahnesi´nin üzerimizdeki güzel etkisi geçmemiş olacak ki ertesi gün kendimizi yine burada, bu defa Başka Sinema sayesinde bulduk.
Orijinal adı "Tschick - Goodbye Berlin" olan "Elveda Berlin" adlı bu filme kelimenin tam anlamıyla bayıldık. Alman sinemasının hastası bendeniz ve Fatih Akın hayranı sevdicekten de daha azı beklenemezdi zaten.

Ertesi gün için herhangi bir plan yapmamışken birden Burgazada´ya gidesimiz geldi ve kendimizi son dakikada ada vapurunun içinde buluverdik. Günlerden Pazartesi olması yüzünden çokça merak ettiğim Sait Faik Müzesi´ni ziyaret edemedim ancak sakin ada sokaklarında huzurla dolanma ve fotograflar çekme imkanı bulduk.

Banu (@banuhidirlar) tarafından paylaşılan bir fotoğraf ()

Burgazada´ya ilk gelişimdi bu, adaları büyükten küçüğe ziyaret ettiğimizden her yeni ada gezisinde öncekinden daha sakin bir ada ile karşılaşmak ilginç oluyor. Burgazada ile ilgili dikkatimi en çok çeken şey içinde oturulmayan evleri oldu. Ada ciddi ciddi hayalet bir kasabayı andırıyor. Sokaklarında insan yok, evlerinde insan yok, iki kafesinden biri kapalı, gözden düşmüş bir yer gibi adeta. Büyükada ve Heybeliada´da olduğu gibi burada da iskele boyunca içkili restoranlar bulunuyor. Eğer kalabalıktan uzakta, huzurla birşeyler yiyip-içip manzaranın tadını çıkarmak istiyorsanız diğer iki adadan da iyi bir seçenek olacaktır bence.


Bir dahakinde müzeyi de ziyaret etmek üzere. :)

Ada gezisi kesmemiş olacak ki ertesi gün kendimizi Ağva´da bulduk. 
Ömrümün kalanında dünyada gezmediğim yer kalmayacak bile olsa buranın yeri her zaman ayrı olacak. :) Insanlar buraya denizi ve kumsalı için gelirken biz Ekim sessizliğinde huzuru ve sakinliği için geldik, ikisini de fazlasıyla aldık diyebilirim. Bu aylarda yağmurun hiç eksik olmadığı, havanın mis gibi koktuğu bir yer burası. Tatilci nüfusunun yokluğu da kafa dinlemeye olanak tanıyor.


Karadeniz kıyısında olması dolayısıyla balığın bol olduğu Ağva´da balığa doyduk. Bu konuda tavsiye edebileceğim iki restoran var, biri Kilimli Koyu´ndaki restoran, diğeri de Liman Restaurant ancak benim favorim ikincisi.
Her şeyin taptaze servis edildiği, adam kazıklamaya çalışmayan, işletmecisinden komisine hizmet eden herkesin gayet kibar olduğu bir yer burası. "Gelen hesabı hangi işletme düşük rakama yuvarlar bu devirde?" diye sorayım da mekanın nezaketi hakkında fikir vermiş olayım. Her gittiğimizde uğrayacağımız bir yer bizim için. 

Bolca fotograf çektiğimiz, yiyip içtiğimiz, gülüp eğlendiğimiz iki süper gün geçirdik Ağva´da, hava biraz daha ılık olsa paçaları kıvırıp ayaklarımızı denize de sokacaktık ama hastalanmak haftanın diğer süper planlarına engel olacağından vazgeçtik. 

Lomo Actionsampler, nam-ı diğer "Dörtgöz" :)

Hız kesmeyen kahramanlarımız tatile ertesi gün Kadıköy´de devam ediyorlar, günün kahvesini Montag´da içtikten sonra festivalsiz günlerin kurtarıcısı Başka Sinema sayesinde yine Moda Sahnesi´nde "Little Men" adlı filmi izliyorlardı. 
Öğleden sonrasını doldurmak için fena bir seçenek değildi ancak filmin sonunda "eee?" diyen iç sesime de engel olamadım.



Sinema çıkışında acıkan karınlarımızı tesadüf eseri karşımıza çıkan Pişi adlı mekanda doyurduk. Ismiyle müstesna mekan pişi severler için birebir.

Ve Ekim ayının sultanı etkinliğe geliyordu sıra; Filmekimi! 



Yıl boyunca Istanbul´da irili ufaklı film festivallerinde filmler izliyoruz ama ben en çok Filmekimi´ni seviyorum. Belli bir sebebi de yok aslında; belki film seçkileri daha çok hitab ediyor, belki de kücük festival olsun bizim olsun kafasıdır bilmiyorum ama öğrencilik yıllarından bu yana katılmaktan çok büyük keyif alıyorum. Umarım kesintisiz bir biçimde uzun yıllar devam eder.

Izlediğimiz filmlere gelince;

Festivalin kendi adımıza açılışını "I, Daniel Blake" adlı filmle yaptık. Festivalde izlediğimiz en dokunaklı filmin bir Ken Loach eseri olması da ne kadar tesadüfi olabilirdi ki zaten?! Fazlası olup eksiği olmayan, Ingiltere´deki aklını kaçırmış sosyal güvenlik sistemini yerden yere vuran filmi sonunda üzgün de ayrılsak çok beğendik.

Film sonrası, geçen seneden içimizde kalan büyük ukte Kahve Festivali´ne de katıldık. Mottomuz "En Az 3 Kahve!".



Geçen sene Haydarpaşa Garı´nda düzenlenen ve biletleri tükenme derecesinde yüksek talep gören festival bu sene ışığı gören organizatörlerce Küçükçiftlik Park´taki konser alanına alınmıştı. Aşırı kalabalıktı ve pek de kahve keyfine uygun huzurlu ortam yoktu ancak kahve bedavaydı ve denemek daha da bedavaydı. Espresso, Cappucino, Latte ile hevesimi aldığım festivalde deli gönül bir de Mocha içmek istedi ancak lordlar kamarasından baristalar espresso bazlı olmadığından ve aslında kahve de olmadığından bu içeceği yapmıyorlardı, sağlık olsun dedim. :(

Festivalin en cömert katılımcısı dağıttığı poşet poşet promosyon malzemesiyle (magnetler, hazır paket kahveler ve bir adet kahve fincanı) Kurukahveci Mehmet Efendi oldu. Öyle ki, eminim defalarca sıraya girip o fincanlardan altılı çeyiz takımı kasanlar olmuştur, öyle bitmez bir sırası vardı.

Özetle güzel festivaldi ama aşırı kalabalıktı, seneye katılırsak erken saat diliminden bilet almak daha akıllıca olacak gibi.

9 Ekim günü Filmekimi maratonumuza hız kesmeden iki filmle devam ettik.
Günün ilk filmi benim merakla beklediğim, aynı isimli kitaptan uyarlama ve Ewan McGregor´un ilk yönetmenlik denemesi olan  "American Pastoral" oldu. Senaryoda yer yer kopukluklar var gibi geldi, filmin temposunu da sonlara doğru olması gerekenden düşük buldum ancak yine de beğendiğimi söyleyebilirim. Senaryodaki boşlukların kitaptan uyarlama olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Belki de filmi gereğinden fazla kırpmışlardır.

Günün ikinci filmi büyük merakla beklediğimiz "Swiss Army Man" idi. Fragmanında gayet komik görünen filmden afallamış olarak ayrıldık. Ekşi Sözlük´ten bir yazarın da dediği gibi, "başlangıcındaki osurukla güldürürken sonundakiyle ağlatan" bir filmdi. Radcliffe ve Cena'nın müthiş oyunculukları da şapka çıkarılacak cinstendi. Vizyona girmeyecek olması bence büyük kayıp.

10 Ekim etkinliksiz gecmiş, insan gerçekten hayret ediyor. :D

11 Ekim´de Filmekimi´ndeki kaldığımız yerden devam edip, son iki filmimizi izledik.

Ilk filmimiz Francois Ozon´un yönettiği, Birinci Dünya Savaşı´na daha önce görmediğim bir açıdan bakan "Frantz" oldu. Tamamına yakını siyah beyaz olan film savaşın Alman ve Fransız taraflarını, "Biz, çocuklarının ölümüne içen babalarız." sözüyle bir güzel kafa kafaya tokuşturuyor.

Günün ikinci filmi, genç bir kızın reşit olmadan cinsiyet değiştirme yolundaki çabalarını ve çektiği sıkıntıları hem kendi hem de bütün aile fertleri üzerinden aktaran "Three Generations" oldu. Hikayenin samimiyetle işlendiğini düşünmekle birlikte Elle Fanning´in de muazzam bir oyunculuk sergilediğini düşünüyorum.

Film çıkışı hızla yağan yağmurdan kaçmak için kendimizi Borsam Taşfırın´a atmamız de günün güldüren detayıydı. (Lahmacunlar pek güzeldi mmhhh)

Bir Filmekimi böyle geçti. Bu senekinde sevdicek sağolsun ;) ne kadar dram varsa izledik sanırım; en eğlenceli filmimiz olan "Swiss Army Man" bile ciddi anlamda dramatik bir filmdi. Filmlerin hemen hepsinden memnun çıkmış olarak önümüzdeki seneki festivali dört gözle bekliyorum.

Bu ay izlediğimiz ikinci tiyatro oyunu, sanırım aynı zamanda bu ayın en güzel etkinliği de oldu; "Profesyonel".

fotograf: Devlet Tiyatroları

Yıllardır kapalı gişe oynamakta olan oyunu sevdicek sayesinde nihayet izleyebildim. Hiç ama hiç abartmadan hayatımda izlediğim en iyi oyunlar listesinin ilk beş sırasına rahatlıkla yazabileceğim bir oyundu. Sahnede artık birbirlerini ezberlemiş iki usta oyuncunun adeta dans ederlercesine, karakterleri yaşayarak oynamaları, yer yer seyirciyle şakalaşmaları derken tek perdelik ve iki saate yakın süren oyun su gibi akıp gitti. Bilet bulmak kolay olsa her ay bıkmadan gidip izleyebilirim sanırım, o kadar çok beğendim.

Oyun öncesinde Tim Burton´ın yönettiği, bir kitap uyarlaması olan "Bayan Peregrine´in Tuhaf Çocukları" adlı filmi izledik. Hikayesi, renk tonları ve çekim teknikleriyle klasik Tim Burton filmiydi, çok beğendim. Eva Green bu filmde memelerini konuşturamadığindan mimiklerini konuşturmuş. Tebrik ediyorum. :)



Bu ay sinemaya doyamadım. Vizyonda izlemediğim bir Türk filmleri kaldı.
Sıkıldığım bir gün, Tom Hanks´in başrolde oynadığı "Inferno"yu izledim.

Serinin önceki filmlerini izlememiş biri olarak filmi oldukça beğendiğimi söyleyebilirim. Hatta son yıllarda gördüğüm en düzgün Istanbul çekimleri de bu filmdeydi. Dante okumayı sevenler için hazine gibi bir film olduğunu düşünüyorum.
Başroldeki diğer oyuncu Felicity Jones´a Star Wars - Rogue One´da oynayacak olmasından dolayı önyargılıydım ancak bu filmdeki oyunculuğunu oldukça beğendim, umarım Star Wars´taki rolünün hakkını vermiştir, yoksa Daisy Ridley´i bile tefe koyan fanatikler kendisini fena haşlayacaktır.

Ayın üçüncü Pazar gününde Ortaköy´deki Eski Yetimhane´de sergilenen Foto Istanbul´u ziyaret ettik. Beşiktaş Belediyesi´nin organize ettiği festivalde Beşiktaş´a yayılmış birçok noktada farklı fotograf sanatçılarının birbirinden ilginç çalışmalarına rastlamak mümkün.
Bu gezi sayesinde fotograf çekme aşkımız da depreşmiş oldu ve yaklaşık 25 kare pozu içinde ve dışında zevkle çektik.


Banu (@banuhidirlar) tarafından paylaşılan bir fotoğraf ()
Bu yazının fotograf sponsorundan hoş bir kare. ;)

Hurdası para edecek tüm elektrik aksamı ve demirbaşlarının söküldüğü bu bina zamanında padişahın kilercibaşına ait bir konakmış, sonradan Yahudi cemaatince uzun uğraşlar sonucu satın alınmış, büyük bir yangın geçirdikten sonra restorasyonla bugünkü halini alıp 200´e yakın çocuğa evsahipliği yapan bir yetimhaneye dönüştürülmüş. Uzun yıllardır atıl durumda olan binada sık sık fotograf sergileri organize ediliyor. 

Bu ay izlediğim bir diğer film de Tom Cruise´un artık birbirinden ayırt edilemez hale gelmeye başlamış filmlerinin sonuncusu, Jack Reacher: Never Go Back oldu. Seriler halinde aksiyon filmleri çekmeye doyamayan Cruise´u bu filmde bariz yaşlanmış buldum. Film için fazla söze gerek yok; vasat üstü, öylesine vakit geçirmelik bir aksiyon.

Aktiviteden aktiviteye hevesle koşturduğum, keyifle vakit geçirdiğim dolu dolu bir Ekim ayı oldu. Kasım ayında daha fazla tiyatroya gitmek ve Ekim'de okuduğumdan daha çok kitap okumak istiyorum.
Sevgiler. :)

21 Ekim 2016 Cuma

Bir Kitabın 30 Yıllık Ilginç Yolculuğu

Bugüne dek sahaflardan birçok kitap satın almışımdır, son aldığım sanırım en ilginç olanıydı. Alırken farkına varmadığım bir detayı sonradan farketmek de nihayet bu yazıyı yazmama vesile oldu. 



Kitabımız Leo Buscaglia'dan "Love"; Türkçe'ye "Sevgi" adıyla çevrilmiş ve pek beğenilmiş bir eser.
Yıllardır aklımdaydı aslında bu kitap, bir türlü denk gelmemişti. Derken 1 Ekim 2016 akşamı, sevdicekle Moda Sahnesi'nde izleyeceğimiz oyun öncesinde pasajdaki sahaflara bakınalım dedik. Yılların alışkanlığı, bir sahafta gözüme ilk önce daima yabancı dilde, bilhassa Ingilizce kitaplar çarpar, kesinlikle almayacak da olsam böyledir bu. 
Üstüste dizilmiş Ingilizce kitaplar arasında ilgimi çekecek bir şeyler ararken buldum bu kitabı, hatta Penguin Modern Classics serisinden neredeyse el değmemiş 52 yıllık bir adet "To The Lighthouse" da buldum Virginia Woolf'tan. Zaten tiyatroya gelmişiz ve keyifler yerinde, bir de bu kitapları bulunca iyice keyiflendim ben. :)

Oyunun başlamasına 5-10 dakika kadar kala salondaki yerimizi almış beklerken rahat duramayan bendeniz, oyuncağıyla evde oynamaya sabredemeyip paketi yolda açan çocuk edasıyla kitabı karıştırmaya başladım. Kitabın gövdesindeki arkalı önlü kapkalın bant alırken dikkatimi çekmiş, benden önceki sahibinin kitabına olan özeni hoşuma gitmişti. Kendimle de küçük bir bağ kurmuştum hatta o anda; ince kapaklı Ingilizce kitaplarımın kenarları çantaya koy-çıkar zamanla kıvrılır, yırtılırdı; ben de önlem olarak ön ve arka kapaklarının alt ve üst kenarlarına para bandıyla küçük birer köşe kaplaması yapardım. :)
Kitabın içinde herhangi bir isim yazmıyordu, sayfalarında da herhangi bir karalama, not ya da satır çizimi de yoktu. Derken kitabın arka tarafında bir şişkinlik hissettim.

 
Meğer yeni kitabım aslında bir lisenin kütüphanesine aitmiş. :) 
Kitabın basım yılı 1984'tü, tahminen alındığı gibi okul kütüphanesine katılmış ve çok geçmeden de ödünç alınmaya başlanmıştı. Küçük bir google aramasıyla ait olduğu okulun ABD'nin Minnesota eyaletinin Sleepy Eye bölgesindeki bir lise olduğunu gördüm. Çok şaşırmıştım.


Kütüphane kartının üzerinde "room number" (oda numarası) diye bir kategori olması dikkatimi çekti. Buradan zamanında okulun yatılı olduğu düşüncesine kapıldım. İsimlere ve tarihlere gelince; 
Kitabı ilk kez ödünç alan kişinin 5 Ekim 1984 tarihiyle Irene M. adındaki öğrenci olduğu görülüyor. Eğer isim benzerliği değilse Irene kitabı 9 Kasım 1984'te yeniden ödünç alıyor.
1 Şubat 1985'te, bu defa Cindy adındaki bir öğrenci kitabı ödünç alıyor.
8 Şubat 1985'te kitabı okuma sırası Vicky Schumacher adlı bir öğrencide. 
1 Mart 1985 tarihinde, Hoor ya da Hooz adlı/soyadlı öğrenci kitabı ödünç alıyor ve öyle sanıyorum ki kitabın esrarengiz yolculuğu da böyle başlamış oluyor. 

Bu kitap taa Minnesota'dan Türkiye'ye nasıl geldi kim bilir? Belki oralı bir öğrenci yaz tatilinde kitabı yanında getirip burada bir yerde kaybetti. Bunun hangi şehir olduğu bile bir muamma. Belki de burada tanıştığı ve hoşlandığı birine hediye etti. Belki de parasızlıktan bir sahafa üç kuruşa sattı. Asla bilemeyeceğim. 
Sanırım bu kitabın en ilginç tarafı 30 küsur yıl boyunca sapasağlam bir şekilde el değiştirmeyi başarmış, bu sırada da kendisine ruh katan o kütüphane kartından ayrılmamayı başarmış olması. 
Yakın zamanda, belki de bu yazıdan sonra kitabın asıl sahibi olan okula bir e-mail göndermeyi düşünüyorum. Ciddiye alınırsam ilginç yazışmalar olacağını düşünüyorum. Kim bilir, belki de kitaplarını geri isterler. :)

18 Ekim 2016 Salı

Bugünlük

Kanlıca´dan Boğaz manzarası.

Dün akşamdan beri olmak istediğim yere birkaç saat erken geldim, bekliyorum. Beklemenin durağanlığını biraz azaltsın diye öylesine yazmak istedim.

Güne erken başladım. Hemen hemen her sabah saat 7:30´da olduğu gibi, kedim Kısmet yatakta tur atmaya başlamış, sabah kahvaltısını almak için bendenizi uyandırmaya çalışıyor, bu uğurda yüzümü gözümü yalamaktan geri durmuyordu. Çıkardığı gurul gurul sesler yatak yaylarında rezonansa yol açacak seviyeye geliyor, adeta gece uykusunun bitimini ilan ediyordu.

Kalktım, daha yüzümü yıkamadan yaş mamasından iki kaşık vermek üzere kendisini mutfağa doğru takibe koyuldum. Bu arada, Kısmet tek kelime de olsa konuşabiliyor; gayet anlaşılır biçimde "mama" diyebiliyor. Mama diye diye mutfağa kadar getiriyor beni.

Mamasını, daha doğrusu kahvaltısını verdikten sonra kendisine sabah saatleri dahilindeki sorumluluğumu yerine getirmiş olmanın iç huzuruyla tuvalete seğirttim ve artık kendisini iyice hissettirmekte olan çişimi yaptım, önce ellerimi sonra yüzümü yıkayıp odaya geri döndüm. Soğuk su iyi gelmişti.

Üşüdüğümü hissetmiştim uyandığımda, perdemi açtığımda deli gibi esen rüzgarla cama vurmakta olan yağmuru gördüm. Çok severim böyle havaları; insanın hayatta kalma içgüdüsünü tetiklediğini düşünürüm hep. Camı aralıyorum.
Bunu dün gece sevdiceğimle telefonda konuşurken de paylamıştım hatta; oyunlarda böyle atmosferlerin insandaki, şehir hayatıyla birlikte iyiden iyiye seyrelmiş olan bu içgüdüyü yeniden canlandırdığını, gerçek hayatta aramadıkları veya ihtiyaç duymadıkları bu hissi oyunlar yoluyla deneyimlediklerinden bahsetmiştim.

Fazla oyalanmadan giyindim, ekmek & simit alma bahanesiyle kendimi dışarı, maceranın içine (!) attım. Sonra aklıma, sabah günaydın yazıp yanıt alamadığım gül yüzlü sevdiceğim geldi, aradım. Ben onu uyuyakalmış sanırken meğer O, negatif enerji deposu işyerinin girişinde kendini kötü hissedip hastaneye gitmiş, hatta tahlil için bekliyormuş. Bu, gün için yapılan planın 3-4 saat öne çekilmesi demekti.

Oyalanmadan eve döndüm, hızlıca duş alıp ardından çantamı hazırladım. Birazcık kurumayı bekleyip giyindim ve yola çıktım. Havalar soğuyunca sokakta yemek aranan hayvancıklar daha çok göze batıyor sanki; otobüs durağına kadarki 100-150 metre yolda bir sürü kedi ve köpek gördüm, dertlendim. Baktım ki bu böyle olmayacak, durağın dibindeki, Kısmet´in de mamalarını aldığım petshop´a uğrayıp, 5 liralık mama istedim, evdeki kedi formundaki lordun bundan yemediğini bilen dükkan sahibi niyetimi anlamış olacak ki bir paket de hediye etti. Mutlu oldum.

Ilk gelen otobüse atladım, Eminönü´ne doğru yola çıktım. Ayakta gittiğim yol, trafik yüzünden bir ufak ızdıraba dönüştü, son durağa varmak ödül gibi geldi desem abartmamış olurum. Sevdicekten haber beklerken hem biraz vakit geçirmek, hem de rüzgarla insanın yüzünü ısıran yağmurdan kaçmak için Sirkeci´deki Kahve Dünyası´na sığındım. Burası içerde 4 sandalyeli standı haricinde masası olmayan, al-götür konseptli bir kahve dükkanı, bu yüzden de içerde pek kalabalık olmuyor. Tam benlik. Çantamdan çıkardığım Bavul dergisini kahve eşliğinde okurken zaman su gibi akıp geçti. Aklım sevdiğimde, meraklanıyorum.


Yaklaşık yarım saat sonra yağmur nihayet dinmişti, dergimi çantama koyup yola koyuldum, istikamet Üsküdar´dı. Iskeleye vardığımda saat 11:45´ti, 11:50 vapuruna yetişmiştim. Üsküdar´a genellikle halk arasında "ütü" olarak tabir edilen, başı-kıçı farksız yeni nesil ruhsuz vapurlar sefer yapıyor, şansıma bu defa eski tip vapurlardan biri denk gelmişti.
Bozuk havalarda deniz yolculuğu yapmanın en keyifli yanı, bence bulutlara göre değişen denizin rengini seyredebilmek. Yağmur bulutlarıyla koyu maviye bezenen deniz, bulutların seyrelmesiyle maviden yeşile çalmaya başlarken Anadolu yakasına yaklaştıkça da bulutların arasından güneş belirip biraz olsun içimi ısıtıyordu.

Vapur Üsküdar´a vardı, aklıma yakınlarda bir yerde Sahaf Festivali düzenlendiği geldi ama bu yağmurda ortada sahaf falan kalmayacağı açıktı. Sonbahar aylarına Sahaf Festivali organize eden zihniyeti güzelce anıp 15 nolu Üsküdar-Beykoz otobüsüne atladım. Normalde bir an önce varabilmek için dolmuşları kullanıyorum ama bu defa tüm planım uzaktan gelecek sevdicekten alacağım habere endeksli, bu yüzden zamanı bükmek adına otobüsü tercih ediyorum.
Trafiksiz yollarda rahat bir yolculuk oluyor, camdan sahil boyunca manzarayı ve birbirinden güzel evleri izlemek hoşuma gidiyor. Yaklaşık yarım saat sonra otobüs Kanlıca´ya varıyor. Geçen yılın Ağustos ayına kadar tamamen yabancı olduğum bu yer şimdi kendi semtimmiş gibi geliyor.

Parkın etrafında bir sürü köpekle karşılaşıyorum, "nihayet mamalar bir işe yarayacak" diye sevinip iç geçiriyorum. Kedi mamalarının en güzel tarafı bunlarla köpekleri de besleyebilmek. Kedilerden bayağı fazla yiyorlar ama olsun, nasılsa mama bol. :) Beş köpeğin karnı bir öğün için olsa da doyuyor. Yerleşim alanlarında aç hayvanlar görmeyi ne kadar yadırgıyorsam, gıda işletmelerinin etrafında aç hayvanlar gördüğümde iki kat yadırgıyorum. Uzunca süre bu sektörde çalışmış biri olarak çöpe atılan yemek artıklarının tamamını geçtim yarısıyla sokakta aç hayvan kalmayacağını çok iyi biliyorum.

Sevdicek yaklaşık iki saat kadar sonra yanımda olacak, merakım özleme karışmış biçimde bekliyorum, beklerken de rengi bulutlara göre değişen denizi seyrediyorum, Profesör de bana eşlik ediyor.



14 Ekim 2016 Cuma

Geç Kalan Eylül Yazısı

Eylül ayına dair blog yazısını Ekim'in ortasında yazmak tembelliğim hakkında yeterli fikir veriyordur sanırım. Yazmaya elim hiç gitmedi nedense; birtakım moral bozuklukları ve sıkıntılarla uğraşırken geç ve güç oldu ama hiç olmamasından iyidir diyerek kişisel tarihimin geçmiş Eylül ayından kısa kısa bahsedeyim.

Sevdicekle yeniden Büyükada'ya gittik, bayram tatili ve vapur yolculuğu da işin bahanesi oldu. Ada vapuru ile yolculuk yapmak çok zevkli şey; şehirden git gide uzaklaşırken deniz kokusunu içinize çeke çeke denizi seyretmek, arada tıkınmak ve fotograflar çekmek derken basit bir yolculuk başlı başına eğlenceye dönüşüyor. 

Ada yine kalabalıktı ancak uzun bayram tatilinde insanların ilk tercihleri olmadığı da açıktı. Hava da rüzgarlı ve yağmurlu olunca biraz daha rahat dolanma imkanı bulduk.

Bayram Yemeği :) (foto: @banuhdrlar)

Bayram yemeğimizi Façyo Restaurant'ta yedik. Sahil boyunca birbirinin kopyası gibi duran sıra sıra dizili birçok restoran mevcuttu, şansımızı burada denedik. Yemekleri ve servisi beğendik biz, garsonları da nazikti. Bir de şu hizmetten bağımsız aldıkları 10% garsoniye ücreti olmasa 10/10'luk yerdi.

Sıra kahve içmeye gelince devreye sevdicek girdi ve bir süredir gidilecek yerler listesinde yer alan Dut'a gittik. Küçücük şirin bir kafe, yeni açmışlar ama seveni şimdiden çok. Uzun zamandır içtiğim en lezzetli Türk kahvesiydi, tadı hala damağımda desem abartı olmaz. Yanında tattığımız kavanozda Tiramisu da harikuladeydi. Umarım işleri bol olur.
Kısa kahve molası sonrası Ada'da yeme-içme turumuzu noktalamış bulunduk.

Yer karolarıyla kahve fotosu olur da dondurma fotosu olmaz mı?

Eylül'ün son haftasında, sevdicekle neredeyse bir yıldır planlayıp da bir türlü hayata geçiremediğimiz Koç Müzesi turumuzu nihayet gerçekleştirdik! :)



Müze dediğime bakmayın; köy büyüklüğünde, açık ve kapalı çok geniş alanları bulunan, bu alanlarda birçok türden kara, deniz ve hava aracı bulunduran, bütün salonlarının her köşesi buram buram koleksiyonerlik ve özen kokan bir yerdi bana göre. Tek kelimeyle bayıldım, hatta hayatımda gezdiğim en güzel üç müze arasına rahatlıkla alabilirim burayı.
Bir günde tamamını gezmek istiyorsanız mutlaka açılış saatinde gitmelisiniz, öyle 1-2 saatte bitirilecek yer değilmiş. Ödeyeceğiniz giriş ücretini sonuna kadar hakeden, tam bir masal diyarı burası. :)

Sinema konusunda pek de şikayet edemeyeceğim bir ay oldu benim için.
Her ne kadar sinema salonlarının anlam veremediğim Türkçe dublajlı film tercihleri istediğim filmleri izlememe engel de olsa neyse ki Başka Sinema var.
Eylül'de Başka Sinema kapsamında "Kalandar Soğuğu" adlı yerli filmi izledim. Muhteşem bir filmdi, hakettiği ilgiyi görmediğini düşünüyorum.

Bu ay izlediğim bir diğer film de "Muhteşem Yedili" oldu. Western filmlerinin modernlerini de, modern uyarlamalarını da çok seviyorum, bu açıdan benim için tam bir göz banyosu oldu bu film, senaryosu klişe de olsa oldukça eğlenceli bulduğumu söyleyebilirim.

Eylül'de izlediğim son film "Sully" oldu. Gerçek bir olayın senaryolaştırılmış hali olan film Tom Hanks'in karakteri yaşaması sayesinde az daha Oscar adayı filme dönüşecekmiş. Yönetmen koltuğundaki Clint Eastwood bıkmadan Amerikan kahramanlık öyküleri çekiyor efendim durduramıyoruz.

Aslında bu film yerine "Suikast" adlı filmi izleyecektim ancak bütün bir ay boyunca kader filmi izlememem için elinden geleni yaptı, ben de sonunda pes ettim. Nasıl mı?


Efendim, ay başında vizyona giren film için fellik fellik altyazılı gösterim aradım ancak bir türlü bulamadım. Tam pes etmişken beyazperde.com'da yakınımdaki küçük bir sinemada altyazılı gösterildiği bilgisini gördüm, sevinçle sinemaya gittim ki ne göreyim; dublajlıymış. Dublaja bile razı olmuştum ki salonda 5 kişiden az olursa seansın iptal olacağını söylediler, gözyaşları içinde orayı terkettim. :p

Birkaç gün sonra başka bir sinemada altyazılı olduğunu görerek son bir umut sinemanın kapısına dayandım, gerçekten de altyazılıydı. Biletimi muzaffer bir komutan edasıyla alarak salondaki yerimi aldım ve filmi beklemeye koyuldum. Ancak bir terslik vardı, filmin başlamasına beş dakikadan az bir süre kalmış olmasına rağmen perdede reklam dahi yoktu! Çok geçmeden sinema görevlisi filmin altyazısında bir problem olduğunu, çözülür çözülmez reklamsız başlayacağını söyleyip gitti. Gergin bekleyiş devam ediyordu. Dakikalar geçtikçe salondaki az sayıda izleklerden homurtular yükseliyor, ancak bu hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Nitekim birkaç dakika sonra zalim görevli çıkageldi ve filmi gösteremeyeceklerini, dilersek para iadesi veya başka bir seansa bilet verebileceklerini söyledi. Artık tamamen pes etmiştim. Suikast adlı bu melun film, tüm çabalarıma adeta suikast düzenleyip başarılı olmuştu.
Acımı kalbime gömüp teselliyi Tom Hanks'in kahramanlık hikayesinde aramak üzere yandaki salondaki yerimi aldım. Neyse ki film güzeldi. :(

Böyleyken böyle işte, Ekim ayı daha ortasına henüz gelmemize rağmen doludizgin gidiyor, umarım bu aya yakışan bir yazı yazabilirim, sevgiler. :)