18 Ekim 2016 Salı

Bugünlük

Kanlıca´dan Boğaz manzarası.

Dün akşamdan beri olmak istediğim yere birkaç saat erken geldim, bekliyorum. Beklemenin durağanlığını biraz azaltsın diye öylesine yazmak istedim.

Güne erken başladım. Hemen hemen her sabah saat 7:30´da olduğu gibi, kedim Kısmet yatakta tur atmaya başlamış, sabah kahvaltısını almak için bendenizi uyandırmaya çalışıyor, bu uğurda yüzümü gözümü yalamaktan geri durmuyordu. Çıkardığı gurul gurul sesler yatak yaylarında rezonansa yol açacak seviyeye geliyor, adeta gece uykusunun bitimini ilan ediyordu.

Kalktım, daha yüzümü yıkamadan yaş mamasından iki kaşık vermek üzere kendisini mutfağa doğru takibe koyuldum. Bu arada, Kısmet tek kelime de olsa konuşabiliyor; gayet anlaşılır biçimde "mama" diyebiliyor. Mama diye diye mutfağa kadar getiriyor beni.

Mamasını, daha doğrusu kahvaltısını verdikten sonra kendisine sabah saatleri dahilindeki sorumluluğumu yerine getirmiş olmanın iç huzuruyla tuvalete seğirttim ve artık kendisini iyice hissettirmekte olan çişimi yaptım, önce ellerimi sonra yüzümü yıkayıp odaya geri döndüm. Soğuk su iyi gelmişti.

Üşüdüğümü hissetmiştim uyandığımda, perdemi açtığımda deli gibi esen rüzgarla cama vurmakta olan yağmuru gördüm. Çok severim böyle havaları; insanın hayatta kalma içgüdüsünü tetiklediğini düşünürüm hep. Camı aralıyorum.
Bunu dün gece sevdiceğimle telefonda konuşurken de paylamıştım hatta; oyunlarda böyle atmosferlerin insandaki, şehir hayatıyla birlikte iyiden iyiye seyrelmiş olan bu içgüdüyü yeniden canlandırdığını, gerçek hayatta aramadıkları veya ihtiyaç duymadıkları bu hissi oyunlar yoluyla deneyimlediklerinden bahsetmiştim.

Fazla oyalanmadan giyindim, ekmek & simit alma bahanesiyle kendimi dışarı, maceranın içine (!) attım. Sonra aklıma, sabah günaydın yazıp yanıt alamadığım gül yüzlü sevdiceğim geldi, aradım. Ben onu uyuyakalmış sanırken meğer O, negatif enerji deposu işyerinin girişinde kendini kötü hissedip hastaneye gitmiş, hatta tahlil için bekliyormuş. Bu, gün için yapılan planın 3-4 saat öne çekilmesi demekti.

Oyalanmadan eve döndüm, hızlıca duş alıp ardından çantamı hazırladım. Birazcık kurumayı bekleyip giyindim ve yola çıktım. Havalar soğuyunca sokakta yemek aranan hayvancıklar daha çok göze batıyor sanki; otobüs durağına kadarki 100-150 metre yolda bir sürü kedi ve köpek gördüm, dertlendim. Baktım ki bu böyle olmayacak, durağın dibindeki, Kısmet´in de mamalarını aldığım petshop´a uğrayıp, 5 liralık mama istedim, evdeki kedi formundaki lordun bundan yemediğini bilen dükkan sahibi niyetimi anlamış olacak ki bir paket de hediye etti. Mutlu oldum.

Ilk gelen otobüse atladım, Eminönü´ne doğru yola çıktım. Ayakta gittiğim yol, trafik yüzünden bir ufak ızdıraba dönüştü, son durağa varmak ödül gibi geldi desem abartmamış olurum. Sevdicekten haber beklerken hem biraz vakit geçirmek, hem de rüzgarla insanın yüzünü ısıran yağmurdan kaçmak için Sirkeci´deki Kahve Dünyası´na sığındım. Burası içerde 4 sandalyeli standı haricinde masası olmayan, al-götür konseptli bir kahve dükkanı, bu yüzden de içerde pek kalabalık olmuyor. Tam benlik. Çantamdan çıkardığım Bavul dergisini kahve eşliğinde okurken zaman su gibi akıp geçti. Aklım sevdiğimde, meraklanıyorum.


Yaklaşık yarım saat sonra yağmur nihayet dinmişti, dergimi çantama koyup yola koyuldum, istikamet Üsküdar´dı. Iskeleye vardığımda saat 11:45´ti, 11:50 vapuruna yetişmiştim. Üsküdar´a genellikle halk arasında "ütü" olarak tabir edilen, başı-kıçı farksız yeni nesil ruhsuz vapurlar sefer yapıyor, şansıma bu defa eski tip vapurlardan biri denk gelmişti.
Bozuk havalarda deniz yolculuğu yapmanın en keyifli yanı, bence bulutlara göre değişen denizin rengini seyredebilmek. Yağmur bulutlarıyla koyu maviye bezenen deniz, bulutların seyrelmesiyle maviden yeşile çalmaya başlarken Anadolu yakasına yaklaştıkça da bulutların arasından güneş belirip biraz olsun içimi ısıtıyordu.

Vapur Üsküdar´a vardı, aklıma yakınlarda bir yerde Sahaf Festivali düzenlendiği geldi ama bu yağmurda ortada sahaf falan kalmayacağı açıktı. Sonbahar aylarına Sahaf Festivali organize eden zihniyeti güzelce anıp 15 nolu Üsküdar-Beykoz otobüsüne atladım. Normalde bir an önce varabilmek için dolmuşları kullanıyorum ama bu defa tüm planım uzaktan gelecek sevdicekten alacağım habere endeksli, bu yüzden zamanı bükmek adına otobüsü tercih ediyorum.
Trafiksiz yollarda rahat bir yolculuk oluyor, camdan sahil boyunca manzarayı ve birbirinden güzel evleri izlemek hoşuma gidiyor. Yaklaşık yarım saat sonra otobüs Kanlıca´ya varıyor. Geçen yılın Ağustos ayına kadar tamamen yabancı olduğum bu yer şimdi kendi semtimmiş gibi geliyor.

Parkın etrafında bir sürü köpekle karşılaşıyorum, "nihayet mamalar bir işe yarayacak" diye sevinip iç geçiriyorum. Kedi mamalarının en güzel tarafı bunlarla köpekleri de besleyebilmek. Kedilerden bayağı fazla yiyorlar ama olsun, nasılsa mama bol. :) Beş köpeğin karnı bir öğün için olsa da doyuyor. Yerleşim alanlarında aç hayvanlar görmeyi ne kadar yadırgıyorsam, gıda işletmelerinin etrafında aç hayvanlar gördüğümde iki kat yadırgıyorum. Uzunca süre bu sektörde çalışmış biri olarak çöpe atılan yemek artıklarının tamamını geçtim yarısıyla sokakta aç hayvan kalmayacağını çok iyi biliyorum.

Sevdicek yaklaşık iki saat kadar sonra yanımda olacak, merakım özleme karışmış biçimde bekliyorum, beklerken de rengi bulutlara göre değişen denizi seyrediyorum, Profesör de bana eşlik ediyor.



Hiç yorum yok: