30 Ekim 2016 Pazar

Ekim´i Yolcu Ederken

Ekim ayının hareketli geçeceği besbelliydi ancak 30 güne o kadar çok şey sığdı ki ben, biz, kısaca bu yazıda bahsedilen herkes bu duruma çok şaşırdı.
Benim bolca boş zamanımın olması ve sevdiceğin yıllık iznini adeta ceza sahasına yapılmış bir muz orta edasıyla ayın ilk günlerine denk getirmiş olması, geçecek güzel günleri müjdeliyordu. :)

Ayın ilk gününde Moda Sahnesi´nde kendi adımıza tiyatro sezonunu açmış bulunduk. Oyunumuz "Torun Istiyorum" idi, günümüzde geçmemesine, hatta kültürümüzde hiç olmayan öğeler de barındırmasına rağmen değindiği, hatta günümüze dair taşladığı konular tiyatronun evrenselliğinin ispatı gibiydi. Samimi oyunculukların yanı sıra konusuyla da kesinlikle izlemeye değer bir oyun olduğunu düşünüyorum. Oyunun Yozgat şiveli papazı içinse ne desem az. :)
Oyun öncesi pasaj içindeki sahaflardan birinde bulduğum kitaplardan da önceki yazıda bahsetmiştim. :)

Moda Sahnesi´nin üzerimizdeki güzel etkisi geçmemiş olacak ki ertesi gün kendimizi yine burada, bu defa Başka Sinema sayesinde bulduk.
Orijinal adı "Tschick - Goodbye Berlin" olan "Elveda Berlin" adlı bu filme kelimenin tam anlamıyla bayıldık. Alman sinemasının hastası bendeniz ve Fatih Akın hayranı sevdicekten de daha azı beklenemezdi zaten.

Ertesi gün için herhangi bir plan yapmamışken birden Burgazada´ya gidesimiz geldi ve kendimizi son dakikada ada vapurunun içinde buluverdik. Günlerden Pazartesi olması yüzünden çokça merak ettiğim Sait Faik Müzesi´ni ziyaret edemedim ancak sakin ada sokaklarında huzurla dolanma ve fotograflar çekme imkanı bulduk.

Banu (@banuhidirlar) tarafından paylaşılan bir fotoğraf ()

Burgazada´ya ilk gelişimdi bu, adaları büyükten küçüğe ziyaret ettiğimizden her yeni ada gezisinde öncekinden daha sakin bir ada ile karşılaşmak ilginç oluyor. Burgazada ile ilgili dikkatimi en çok çeken şey içinde oturulmayan evleri oldu. Ada ciddi ciddi hayalet bir kasabayı andırıyor. Sokaklarında insan yok, evlerinde insan yok, iki kafesinden biri kapalı, gözden düşmüş bir yer gibi adeta. Büyükada ve Heybeliada´da olduğu gibi burada da iskele boyunca içkili restoranlar bulunuyor. Eğer kalabalıktan uzakta, huzurla birşeyler yiyip-içip manzaranın tadını çıkarmak istiyorsanız diğer iki adadan da iyi bir seçenek olacaktır bence.


Bir dahakinde müzeyi de ziyaret etmek üzere. :)

Ada gezisi kesmemiş olacak ki ertesi gün kendimizi Ağva´da bulduk. 
Ömrümün kalanında dünyada gezmediğim yer kalmayacak bile olsa buranın yeri her zaman ayrı olacak. :) Insanlar buraya denizi ve kumsalı için gelirken biz Ekim sessizliğinde huzuru ve sakinliği için geldik, ikisini de fazlasıyla aldık diyebilirim. Bu aylarda yağmurun hiç eksik olmadığı, havanın mis gibi koktuğu bir yer burası. Tatilci nüfusunun yokluğu da kafa dinlemeye olanak tanıyor.


Karadeniz kıyısında olması dolayısıyla balığın bol olduğu Ağva´da balığa doyduk. Bu konuda tavsiye edebileceğim iki restoran var, biri Kilimli Koyu´ndaki restoran, diğeri de Liman Restaurant ancak benim favorim ikincisi.
Her şeyin taptaze servis edildiği, adam kazıklamaya çalışmayan, işletmecisinden komisine hizmet eden herkesin gayet kibar olduğu bir yer burası. "Gelen hesabı hangi işletme düşük rakama yuvarlar bu devirde?" diye sorayım da mekanın nezaketi hakkında fikir vermiş olayım. Her gittiğimizde uğrayacağımız bir yer bizim için. 

Bolca fotograf çektiğimiz, yiyip içtiğimiz, gülüp eğlendiğimiz iki süper gün geçirdik Ağva´da, hava biraz daha ılık olsa paçaları kıvırıp ayaklarımızı denize de sokacaktık ama hastalanmak haftanın diğer süper planlarına engel olacağından vazgeçtik. 

Lomo Actionsampler, nam-ı diğer "Dörtgöz" :)

Hız kesmeyen kahramanlarımız tatile ertesi gün Kadıköy´de devam ediyorlar, günün kahvesini Montag´da içtikten sonra festivalsiz günlerin kurtarıcısı Başka Sinema sayesinde yine Moda Sahnesi´nde "Little Men" adlı filmi izliyorlardı. 
Öğleden sonrasını doldurmak için fena bir seçenek değildi ancak filmin sonunda "eee?" diyen iç sesime de engel olamadım.



Sinema çıkışında acıkan karınlarımızı tesadüf eseri karşımıza çıkan Pişi adlı mekanda doyurduk. Ismiyle müstesna mekan pişi severler için birebir.

Ve Ekim ayının sultanı etkinliğe geliyordu sıra; Filmekimi! 



Yıl boyunca Istanbul´da irili ufaklı film festivallerinde filmler izliyoruz ama ben en çok Filmekimi´ni seviyorum. Belli bir sebebi de yok aslında; belki film seçkileri daha çok hitab ediyor, belki de kücük festival olsun bizim olsun kafasıdır bilmiyorum ama öğrencilik yıllarından bu yana katılmaktan çok büyük keyif alıyorum. Umarım kesintisiz bir biçimde uzun yıllar devam eder.

Izlediğimiz filmlere gelince;

Festivalin kendi adımıza açılışını "I, Daniel Blake" adlı filmle yaptık. Festivalde izlediğimiz en dokunaklı filmin bir Ken Loach eseri olması da ne kadar tesadüfi olabilirdi ki zaten?! Fazlası olup eksiği olmayan, Ingiltere´deki aklını kaçırmış sosyal güvenlik sistemini yerden yere vuran filmi sonunda üzgün de ayrılsak çok beğendik.

Film sonrası, geçen seneden içimizde kalan büyük ukte Kahve Festivali´ne de katıldık. Mottomuz "En Az 3 Kahve!".



Geçen sene Haydarpaşa Garı´nda düzenlenen ve biletleri tükenme derecesinde yüksek talep gören festival bu sene ışığı gören organizatörlerce Küçükçiftlik Park´taki konser alanına alınmıştı. Aşırı kalabalıktı ve pek de kahve keyfine uygun huzurlu ortam yoktu ancak kahve bedavaydı ve denemek daha da bedavaydı. Espresso, Cappucino, Latte ile hevesimi aldığım festivalde deli gönül bir de Mocha içmek istedi ancak lordlar kamarasından baristalar espresso bazlı olmadığından ve aslında kahve de olmadığından bu içeceği yapmıyorlardı, sağlık olsun dedim. :(

Festivalin en cömert katılımcısı dağıttığı poşet poşet promosyon malzemesiyle (magnetler, hazır paket kahveler ve bir adet kahve fincanı) Kurukahveci Mehmet Efendi oldu. Öyle ki, eminim defalarca sıraya girip o fincanlardan altılı çeyiz takımı kasanlar olmuştur, öyle bitmez bir sırası vardı.

Özetle güzel festivaldi ama aşırı kalabalıktı, seneye katılırsak erken saat diliminden bilet almak daha akıllıca olacak gibi.

9 Ekim günü Filmekimi maratonumuza hız kesmeden iki filmle devam ettik.
Günün ilk filmi benim merakla beklediğim, aynı isimli kitaptan uyarlama ve Ewan McGregor´un ilk yönetmenlik denemesi olan  "American Pastoral" oldu. Senaryoda yer yer kopukluklar var gibi geldi, filmin temposunu da sonlara doğru olması gerekenden düşük buldum ancak yine de beğendiğimi söyleyebilirim. Senaryodaki boşlukların kitaptan uyarlama olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Belki de filmi gereğinden fazla kırpmışlardır.

Günün ikinci filmi büyük merakla beklediğimiz "Swiss Army Man" idi. Fragmanında gayet komik görünen filmden afallamış olarak ayrıldık. Ekşi Sözlük´ten bir yazarın da dediği gibi, "başlangıcındaki osurukla güldürürken sonundakiyle ağlatan" bir filmdi. Radcliffe ve Cena'nın müthiş oyunculukları da şapka çıkarılacak cinstendi. Vizyona girmeyecek olması bence büyük kayıp.

10 Ekim etkinliksiz gecmiş, insan gerçekten hayret ediyor. :D

11 Ekim´de Filmekimi´ndeki kaldığımız yerden devam edip, son iki filmimizi izledik.

Ilk filmimiz Francois Ozon´un yönettiği, Birinci Dünya Savaşı´na daha önce görmediğim bir açıdan bakan "Frantz" oldu. Tamamına yakını siyah beyaz olan film savaşın Alman ve Fransız taraflarını, "Biz, çocuklarının ölümüne içen babalarız." sözüyle bir güzel kafa kafaya tokuşturuyor.

Günün ikinci filmi, genç bir kızın reşit olmadan cinsiyet değiştirme yolundaki çabalarını ve çektiği sıkıntıları hem kendi hem de bütün aile fertleri üzerinden aktaran "Three Generations" oldu. Hikayenin samimiyetle işlendiğini düşünmekle birlikte Elle Fanning´in de muazzam bir oyunculuk sergilediğini düşünüyorum.

Film çıkışı hızla yağan yağmurdan kaçmak için kendimizi Borsam Taşfırın´a atmamız de günün güldüren detayıydı. (Lahmacunlar pek güzeldi mmhhh)

Bir Filmekimi böyle geçti. Bu senekinde sevdicek sağolsun ;) ne kadar dram varsa izledik sanırım; en eğlenceli filmimiz olan "Swiss Army Man" bile ciddi anlamda dramatik bir filmdi. Filmlerin hemen hepsinden memnun çıkmış olarak önümüzdeki seneki festivali dört gözle bekliyorum.

Bu ay izlediğimiz ikinci tiyatro oyunu, sanırım aynı zamanda bu ayın en güzel etkinliği de oldu; "Profesyonel".

fotograf: Devlet Tiyatroları

Yıllardır kapalı gişe oynamakta olan oyunu sevdicek sayesinde nihayet izleyebildim. Hiç ama hiç abartmadan hayatımda izlediğim en iyi oyunlar listesinin ilk beş sırasına rahatlıkla yazabileceğim bir oyundu. Sahnede artık birbirlerini ezberlemiş iki usta oyuncunun adeta dans ederlercesine, karakterleri yaşayarak oynamaları, yer yer seyirciyle şakalaşmaları derken tek perdelik ve iki saate yakın süren oyun su gibi akıp gitti. Bilet bulmak kolay olsa her ay bıkmadan gidip izleyebilirim sanırım, o kadar çok beğendim.

Oyun öncesinde Tim Burton´ın yönettiği, bir kitap uyarlaması olan "Bayan Peregrine´in Tuhaf Çocukları" adlı filmi izledik. Hikayesi, renk tonları ve çekim teknikleriyle klasik Tim Burton filmiydi, çok beğendim. Eva Green bu filmde memelerini konuşturamadığindan mimiklerini konuşturmuş. Tebrik ediyorum. :)



Bu ay sinemaya doyamadım. Vizyonda izlemediğim bir Türk filmleri kaldı.
Sıkıldığım bir gün, Tom Hanks´in başrolde oynadığı "Inferno"yu izledim.

Serinin önceki filmlerini izlememiş biri olarak filmi oldukça beğendiğimi söyleyebilirim. Hatta son yıllarda gördüğüm en düzgün Istanbul çekimleri de bu filmdeydi. Dante okumayı sevenler için hazine gibi bir film olduğunu düşünüyorum.
Başroldeki diğer oyuncu Felicity Jones´a Star Wars - Rogue One´da oynayacak olmasından dolayı önyargılıydım ancak bu filmdeki oyunculuğunu oldukça beğendim, umarım Star Wars´taki rolünün hakkını vermiştir, yoksa Daisy Ridley´i bile tefe koyan fanatikler kendisini fena haşlayacaktır.

Ayın üçüncü Pazar gününde Ortaköy´deki Eski Yetimhane´de sergilenen Foto Istanbul´u ziyaret ettik. Beşiktaş Belediyesi´nin organize ettiği festivalde Beşiktaş´a yayılmış birçok noktada farklı fotograf sanatçılarının birbirinden ilginç çalışmalarına rastlamak mümkün.
Bu gezi sayesinde fotograf çekme aşkımız da depreşmiş oldu ve yaklaşık 25 kare pozu içinde ve dışında zevkle çektik.


Banu (@banuhidirlar) tarafından paylaşılan bir fotoğraf ()
Bu yazının fotograf sponsorundan hoş bir kare. ;)

Hurdası para edecek tüm elektrik aksamı ve demirbaşlarının söküldüğü bu bina zamanında padişahın kilercibaşına ait bir konakmış, sonradan Yahudi cemaatince uzun uğraşlar sonucu satın alınmış, büyük bir yangın geçirdikten sonra restorasyonla bugünkü halini alıp 200´e yakın çocuğa evsahipliği yapan bir yetimhaneye dönüştürülmüş. Uzun yıllardır atıl durumda olan binada sık sık fotograf sergileri organize ediliyor. 

Bu ay izlediğim bir diğer film de Tom Cruise´un artık birbirinden ayırt edilemez hale gelmeye başlamış filmlerinin sonuncusu, Jack Reacher: Never Go Back oldu. Seriler halinde aksiyon filmleri çekmeye doyamayan Cruise´u bu filmde bariz yaşlanmış buldum. Film için fazla söze gerek yok; vasat üstü, öylesine vakit geçirmelik bir aksiyon.

Aktiviteden aktiviteye hevesle koşturduğum, keyifle vakit geçirdiğim dolu dolu bir Ekim ayı oldu. Kasım ayında daha fazla tiyatroya gitmek ve Ekim'de okuduğumdan daha çok kitap okumak istiyorum.
Sevgiler. :)

1 yorum:

Günün Notları dedi ki...

Oh maşallah yerimizde durmamışız! O değil de keşke Ağva'da ayakları denize soksaydık öyle de grip kapıda böyle de :/