10 Nisan 2020 Cuma

Karantinalı Günlerden Merhaba

Blogun tozunu almaya geldim.


"Görmediğimiz bir bu kalmıştı" listelerinden karantinayı da çıkardık. Bir sonraki bölümde deniz ikiye ayrılıyormuş diyorlar. 

16 Mart akşamından bu yana dış dünyayla minimum temas kurarak ve market alışverişlerinin arasını uzatabildiğimiz kadar uzatarak (bugün evden çıkmayışımın 7. günü) nereden geleceği belli olmayan hain bir virüse karşı ayakta kalma mücadelesi veriyoruz. 

Kazancını dijital işlerden sağlayan bir ofis olarak evden çalışma düzenine geçmek neyse ki umduğumuzdan geç olsa da güç olmadı; yaklaşan tehlikeyi umursamadan sokaklarda fink atanların dehşet saçtığı günlerde işe gidip gelme telaşı yaşamadan evlere kapanabildik. Ne mutlu ki evden çalışma düzenini sorgulatmayacak kadar da sorunsuz ilerliyor her şey.

Yine de bu düzende işlerimin normalden çok artması, işim gereği takip etmek ve raporlamak zorunda olduğum konuların anahtar kelimesinin "ölüm" olması, evden çalışsan da gün içinde korkudan alt tarafı 10-15 dakikalığına bile dışarı çıkamamak, her market alışverişi sonrasında önce akla sonra da boğazıma yerleşen "virüs kaptım mı yoksa?" ağrısı ve en çok koyanı da, sevdicekle bir mesai sonrası apar topar vedalaşıp bugünle birlikte 25 gündür görüşememek psikolojimi her geçen gün biraz daha yıpratıyor. Bu süreçte teselli bulduklarım; ailelerimizin sağlığı yerinde ve birçok kişinin yaşadığı işten çıkarılma ya da uzun süreli ücretsiz izin kabusunu yaşamadan hayatımızı sürdürüyoruz. 

Bu #evdekal günlerinde evvel ezel çok düşkün olduğum distopya temasına da bakışım bir parça değişti çünkü kendimi de bir distopya senaryosunun içindeymiş gibi hissettim. 


Her an hastalığa yakalanma korkusu, market reyonlarının özellikle ilk vakalardan sonra adeta talan edilmesi ve en çok iç acıtanı da sevdiklerinin hastalanma ihtimali derken ben soğudum bu distopya fikrinden biraz arkadaş. Yine de konuya düşkünlüğüm beni bu süreçte bir parça da olsa soğukkanlı olmaya ve bazı şeyleri öngörüp harekete geçmeye itti, bu konuda kendimle bir parça gurur duymuyorum desem yalan olur. Bu konuda bugüne kadar izlediklerim, okuduklarım ve oynadıklarım geçmişte macera hissi yaratırken artık endişe ve her an tetikte olma hissi yaratıyor. 

Sabahtan akşamüstüne kadar çalıştıktan sonra neler yaptığımıza gelecek olursak, boş zamanımızın çoğu film, dizi ve kitap ekseninde geçiyor. 
Netflix her an cepte duran bir seçenekken Nisan itibariyle bir de Mubi'ye üye olup, arayıp da bulamayacağımız birbirinden harika filmleri izleme şansı bulduk. Özellikle sinemada ya da internette denk gelmenin imkansıza yakın olduğu, ancak film festivallerinde "Ustalara Saygı" ya da bağımsız sinema kategorisinde rastlayabileceğiniz, alanında uzman kişilerce hazırlanmış seçkilere bayıldık diyebilirim. 


Kitap konusunda kendi adıma konuşmam gerekirse, film ya da diziye kafanın kalmadığı mesai günlerinde akşamları kitap okumak çok iyi geliyor. Bu dönemde okuma tempom fena değildi açıkçası, anı, kısa öykü, novella, roman gibi farklı türlerde birbirinden güzel kitaplar okudum. Geçtiğimiz aylarda Enpara ve Kidega'nın kampanyasından sıklıkla faydalanmak bu dönemde meyvelerini veriyor, pek kitap sıkıntısı çekmiyoruz. :)

Bu yazının ardından, son dönemde okuyup çok etkilendiğim bu kitap hakkında da düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. 


Hobilerimizden biri de ukde biriktirmek mesela, çok güzel biriktiriyoruz. Hayat normale dönünce yine binlerce vapur fotografı çekmek, gitmeyi sevdiğimiz yerlerin yolunu aşındırmak, güzel bir rakı sofrası kurmak, Filibe Köftecisi'nde 1.5 köfte ve soğanlı piyaz söylemek, Petra'da okkalı birer kahve içmek (sevgilimin fotograf almasını sabırla bekleyeceğime söz veriyorum), limonlu cheesecake yemek, sözün özü; vazgeçemediğimiz ve bizim için ritüel halini alan rutinlerimize geri dönmek. En önemlisi de yine el ele ve birlikte saatler geçirmek. Özgürlüğümüzün kısıtlanmasını hiç sevmedik hiç. 

Şimdilik bu kadar, saat 18:00'i geçmiş, bir mesai haftasını daha yemişim, yazıyı yazarken azıcık da karnım acıkmış. 
Sağlıklı günler diliyorum. 



Hiç yorum yok: